Buğday Derneği
Gıda Toplulukları
Gıda Toplulukları

Genel

2 Yorum

KÖYLÜLÜK, GIDA GÜVENLİĞİ VE REFAH

Yazı: Tayfun ÖZKAYA (Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü Emekli Öğretim Üyesi)

 

Neo-liberal düşünce köylülüğe karşı çıkar. Bu bakış açısına göre, küçük köylü işletmeleri verimsizdir. Ölçeğe göre getiri ilkesi uyarınca işletmelerin büyümesi gerekir. Girişimci veya kapitalist çiftçi modeli geliştirilmelidir…

Türkiye’de de özellikle 1980 sonrası zaman zaman geri dönüşler yaşansa da küçük köylü işletmelerini tasfiyeyi amaçlayan tarım politikaları uygulandı. Özellikle gelişmiş ülkelerdeki tarımsal nüfusun yüzde 5’lerin altına indiği gerçeği ileri sürülerek, bunun gerçekleşmesi için uğraşıldı.

Ancak özellikle sanayi ve hizmet alanında gelişen otomasyon, bilgisayar ve iletişim sektörlerinin yoğunlaşması, daha geri ülkelere sanayinin hatta hizmetlerin gönderilmesi, -kapitalist sistemin 1970’lerden bu yana içine düştüğü krizin bir türlü aşılamamasının da katkısıyla- artık kentlerde istihdam artışı çok sınırlı kalmış durumda. Bu nedenle kentlere giden köylü kitlelerine iş yoktur.

Diğer yandan tarım; toplum, doğa ve çiftçiler arasında bir ilişkinin kurulmasına yol açar. Köylülerin doğa ile kurdukları ilişki genel olarak onu koruma eğilimindedir. Bütün bu gelişmeler, tarımın hem toplum hem de doğa açısından bir kriz içine girmesine yol açmıştır.

Yeni köylüler

Buna karşın gerek 20. yüzyıl gerekse de içinde bulunduğumuz 21. yüzyıl içinde köylüler, söz konusu düşüncelerin ezberini bozan eylemlilikler içine girdiler. Köylüler dünyanın birçok yerinde doğaya saygılı ve doğrudan tüketicilere ulaşan yani pazarlama kanalları oluşturarak, kentli çalışan sınıf ve kesimlerle ittifaklar oluşturarak “yeni köylü” denilen bir gelişmeye yol açtılar. Bu oluşumlardan biri olan MST (Topraksızlar), Brezilya’da kolektif tarım işletmeleri oluşturdu. SSCB’de zorla kurulan kolektif işletmelerin çöküşüne karşılık, doğaya saygılı MST birimleri başarılıydı.

“Yeni köylülük” kavramını ortaya atan J. D. V. Der Ploeg’un bir makalesini tanıtan Murat Öztürk sorunu şöylece tanımlıyor: “Köylü üretiminin geçici mi, yoksa kalıcı mı olduğu, geçici bir durum ise hangi şartlarda ortadan kalkacağı, değilse varlığını nasıl sürdürebildiği, zaman içinde nasıl bir dönüşüm geçirdiği gibi sorular olagelmiştir. Siyasal teoride ve eylemde ise köylülüğün müstakil bir sınıf mı yoksa temel sınıflar arasına ara bir kategori mi olduğu, özellikle işçi sınıfının siyasal eyleminde bir ittifak oluşturup oluşturamayacağı öne çıkan tartışma konuları olmuştur. 20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyılın başında köylü nüfusun hızla azalması ve tarım üretiminin hemen her ülkede GSYİH içindeki payının azalması, tarımın global ekonomik ve siyasal gelişmelerden derinden etkilenmesi, klasik tarım sorununun ele alınışında farklı yaklaşımları gündeme getirmiştir. Bu dönemde öne sürülen dikkat çeken tezlerden biri de köylülüğün sona ermekte olduğu görüşüdür. Van der Ploeg, bu çalışmada dile getirdiği görüşleri ile köylülüğün sona ermekte olduğu tezine karşı çıkarak; ‘evet bir yandan hızlı bir köylülükten çıkış vardır; fakat diğer yandan da yeniden köylüleşme de yaşanmaktadır’ karşılığını vermektedir.”

Endüstriyel tarım neyi değiştirdi?

20. yüzyıl ortalarından itibaren kentsel yerleşimler, hayvansal üretim ve bitkisel üretim birbirlerinden kopmaya başladı. 18. yüzyıl öncesinde bu üç öge iç içe geçmişti. Hatta kent içi ve yakınlarında da tarım yapılıyordu. Bu dönemde insan atıkları ve hayvan gübreleri bitkisel üretim için kullanılıyordu. Bitkisel atıklar ve yan ürünler de hayvanlar için besin oluyordu.

Bu dönemde aşağıdan yukarı ve yukardan aşağı bir beslenme döngüsü vardı. Yaygın çevre kirliliğinden söz edilmeyen bir dönemdi. Önce kentler büyüdü ve diğer ikisinden koptu. Daha sonra hayvansal üretim de bitkisel üretimden koptu. Bu bir gelişme olarak kabul edilmişti. Amaç bitkisel üretim ve hayvansal üretimde verimi artırmaktı. Ancak hızla artan ekolojik problemler, üretilen gıdaların besin değerlerinin düşmesi, tarım ilaçları ve kimyasal gübrelerle oluşan kirlilik göz ardı ediliyordu. Hayvansal üretim, meralardan koparılarak kesif yem tüketimine dönük bir hal aldı ve hayvanlar kapalı ve sıkıştırılmış binalarda beslenmeye başlandı. Bu durum, fabrika tarımı olarak adlandırıldı. Ancak bunun sonucunda gübre ve idrar havuzlarda toplandı; kimi yerlerde ise nehirlere boşaltıldı. Artık gübreyi bitkisel üretime ulaştırmak ekonomik değildi. Diğer yandan hayvancılık işletmeleri bitkisel üretimden koparılınca nöbetleşmeye giren yem bitkileri ve baklagilleri yetiştirmek gereksizleşti. Bunun bitkisel üretim üzerindeki etkileri yıkıcı oldu. Tek ürün (monokültür) sistemi yoğunlaştı. Son durumda tarım sistemi artık hayvancılığı da kapsayarak endüstriyel tarım olarak adlandırılmaya başladı.

Gıda güvenliğinde sıkıntı

İçinde yaşadığımız süreçte insan, hayvan ve bitki arasında bir metabolik yarılmadan söz ediyoruz. Beslenme akımı kesildi; sadece bitkisel ve hayvansal ürünlerin insana iletilmesi esas alındı.

Bu gelişme sonucu ürünler kimyasal yüklü hale geldi. Üretirken çiftçiler, tüketirken bütün bir halk gıda güvenilirliği açısından sıkıntıya düştü. Çiftçilerin maliyeti arttı, büyük işletmeler ve tek ürün sisteminin yaygınlaşmasıyla tüketicinin ürünlere ödediği fiyat da arttı. Bu da gıda güvencesi açısından olumsuz bir gelişimi başlattı.

Çok değil 50 yıl önce İstanbul’da bile birçok semtte bitkisel ve hayvansal üretim vardı. İstanbul’un meşhur bazı sebzeleri yok oldu. Eskiden her çiftçinin ineği, tavuğu, koyunu varken şimdi birçok köylü artık sütü, yumurtayı marketlerden alır oldu. Birçok çiftçinin hayvancılık yapması artık ekonomik değil. Buna karşılık sadece tavukçuluk, süt veya besi sığırcılığı yapan tarım işletmeleri var. Bu kopma, tarım işletmesi düzeyinde olduğu gibi ülke düzeyinde de ortaya çıktı. Hayvancılık işletmeleri ülkenin belirli bölgelerinde yoğunlaştı.

Çiftçiler, uygulanan tarım politikaları sonucu ürünlerinden elde ettikleri gelirin artmaması hatta bazı yıllar şiddetli düşüşler göstermesine karşılık, satın aldıkları tarım ilaçları, kimyasal gübreler, yem, tohum, mazot, makinelere ödedikleri fiyatın çok hızlı bir şeklide artmasından yakınıyorlar. Çiftçi ne kadar endüstriyel tarıma bağlandı ise bu ezilme daha da güçlü oluyor.

Satın alınan girdilerin işletme içinde üretilmesi ve agroekolojik bir tarıma geçiş bir çözüm olabilir. Bir üretim dalının yan ürünleri veya atıkları, diğeri için girdi olabilir. Çiftçi üzerindeki baskının azalması için ise ürünlerin doğrudan tüketiciye satılmasının yolları aranmalıdır. Bu da ekolojik köylü pazarları, topluluk destekli tarım grupları ile ilişki kurulması, kargo sistemi ile interneti kullanarak pazarlama, eko-kooperatiflerin kurulması, agro-turizm gibi yollarla sağlanabilir.

Köylü tarımı ve girişimci tarım, kapitalist tarım

Tarım kesiminde üç grup çiftçi bulunur. Köylü tarımı ekolojik varlıkların sürdürülebilir kullanımına dayanır. Köylü, geçimini savunma ve geliştirmeye yöneliktir. En temel özelliği çok fonksiyonluluktur. Emek daha çok aile içinden, bazen de kırsal kesim içinde karşılıklı yardımlaşmayla sağlanır.

İkinci grup girişimci tip tarımsal üretim yapanlardır. Finansal ve sanayi sermayesine dayanır. Ölçek olarak büyüme önemlidir. Üretim ileri düzeyde ihtisaslaşmıştır ve tamamıyla pazara yöneliktir. Girdiler ve çıktılar olarak pazara bağımlıdır. Buna karşılık köylüler, çeşitli mekanizmalarla tarım uygulamalarını bu pazarlardan uzaklaştırmaya uğraşırlar. Örneğin çiftçi kimyasal gübre almak yerine bir miktar da hayvancılık yaparak gübrelerini bitkisel üretimde kullanır. Hayvanlarına yem almak yerine de bitkisel ürünlerin artık ve yan ürünlerini kullanır.

Üçüncü grup büyük ölçekli şirket (veya kapitalist) tarımıdır. Bu tarz, devletin yürüttüğü ihracata yönelik tarım desteklemeleri ile gelişir. Emek, aylıklı veya geçici işçiliğe dayalıdır. Üretim kâr maksimizasyonunu esas alır. Girişimci çiftçiler başarılı olduklarında kapitalist çiftçi olurlar. Köylüler sosyal açıdan diğerlerinden büyük ölçüde ayrışırlar.

Kapitalist çiftçilik ve girişimci çiftçilikte gelir daha az sayıda insanın elinde yoğunlaştığı ve ürünlerin sağlıklılığı (gıda güvenilirliği) konusunda olumsuz gelişmeler yoğunlaştığından bir bütün olarak gıda güvencesinin kötüye gittiğini söyleyebiliriz.

Yeni köylüler

Yeniden köylüleşme niteliksel bir kaymayı içerir. Bu bazen Brezilya MST’de olduğu gibi eskiden köylü olan gecekondu halkının tekrar köylüleşmesi olabildiği gibi, endüstriyel tarıma köklü bir şekilde bağlı girişimci kesimin agroekolojik tarım yöntemlerini benimseyerek köylüleşmesi şeklinde de olabilir. Ülkemizde de köy kökenli ancak işçi ve memur olarak çalışmış kişilerin emekli olarak köye dönen ve yeni köylülüğü benimseyen kişi ve gruplara rastlıyoruz. Hatta genç veya orta yaşlı olan ve hiçbir şekilde köy ile ilgili bir geçmişi olmayan kişiler de yeni köylülük saflarına katılabiliyor.

Büyük gıda ve girdi şirketlerinin hegemonyası giderek yükseliyor. Hemen hemen sadece çalışan başına ve/veya dekara verime odaklanmış ve kâr maksimizasyonunu hedeflemiş neoliberal düşünce devlet politikaları ve eğitim/araştırma sektörlerindeki hegemonyasına da dayanarak tarımı biçimlendiriyor. Bu durum, köylü kesiminin şiddetli bir şekilde gelir ve otonomi kaybıyla sonuçlanıyor. Tüketicilere yansıması ise yükselen gıda fiyatları ve gıda güvenliğindeki büyük kayıplar oluyor. Çevrenin yok olma sürecine girmesi ise bütün bir toplumu etkiliyor. Gelişmekte olan ülkelerde tarımda çalışan nüfusun çok azalmış olabilir, ancak tarım, çiftçi ve tüketiciler için doğa ile kurdukları önemli bir bağlantı noktası.

Toplumsal sorunlara soldan bakan bazı kesimler ise köylülüğün yok olmasına karşı bunun kaçınılmaz olduğu görüşü yanında, köylülüğü sosyolojik geriliğin kaynağı olarak görüyor. Diğer yandan gerek tarihte, gerekse günümüzde köylülükte oldukça ileri ve sorumluluk alan girişimler de var. Neoklasik iktisadın desteklediği girişimci çiftçiler de köylüler gibi ellerine geçen ürün fiyatlarının düşmesi ve girdi fiyatlarının artışı nedeniyle, büyük gıda ve girdi sanayilerinin altında eziliyor.

Gıda güvenliğinde yeni köylülüğün yeri

Sonuçta, gerek girişimci çiftçilerde, gerekse de kentli ve bir zamanlar köylü olan hatta hiç köyle ilişkili olmayan kesimlerde başlayan “yeniden köylüleşme” denilen sürece katılanlar, girdi sanayine bağlı olmaktan çıkarak, otonomi kazanmak amacıyla agroekolojik tarım yöntemlerini benimsiyor ve girdileri de tarımdan sağlıyor. Ürünlerin satışında ise süpermarket zincirleri, gıda şirketleri, tüccarlar vb. kesimlerden bağımsız, doğrudan tüketiciye ulaşan pazarlama kanalları kullanmaya başlıyorlar. Bu kanallar arasında ekolojik köylü pazarları, topluluk destekli tarım grupları, eko-kooperatifler, tüketici kooperatifleri, internet üzerinden doğrudan pazarlama, agroturizm gibi birçok form bulunuyor. Bu süreç ülkemiz de dahil olmak üzere dünyanın birçok köşesinde gözlemleniyor. Brezilya MST hareketinde olduğu gibi, doğrudan kentten kıra göç eden çoğu eski köylü veya köy kökenliler, kolektif tarım işletmeleri bile kurabiliyor.

Küresel iklim değişikliği, çevre kirliliği ve gıdalardaki yoksullaşma, kirlenme, gıda fiyatlarının tüketiciler için katlanamaz boyutlara ulaşması gibi endüstriyel tarımın ve uluslararası dev gıda şirketlerinin, uluslararası süpermarket zincirlerinin yol açtığı sorunların çözümünde “yeni köylülüğün” önemli bir rol oynayabileceğini söyleyebiliriz. Kısacası yeni köylülük, gıda güvencesini olumlu bir şeklide destekliyor. Şüphesiz aşağıdan yukarı olan bu değişimler kendiliğinden bu hegemonik yapının kolayca değişebileceği anlamına gelmiyor. Sorunun tarım politikası olduğu kadar genel politikayı da etkileyen yönleri bulunuyor. Ülkemizde de embriyo olarak gelişmekte olan bu sürecin başta araştırmacılar olmak üzere gerekli ilgiyi çekmesi yararlı olacaktır.

 

KAYNAKLAR

Başkaya, F. 2015. Yeni Paradigmayı Oluşturmak, Öteki Yayınevi, İstanbul.

Douthwaite, B. 2002. Enabling Innovation- A Practical Guide to Understanding and Fostering Technological Change, Zed Books, London.

FAO, 1996. State of the World Genetic Resources, Rome

Foster, J.B. and Magdoff, F. 2000.“Liebig, Marx, and Depletion of Soil Fertility: Relevance for Today’s Agriculture” Hungry for Profit içinde, Monthly Review Press, New York, s. 43-60.

Norberg-Hodge, H., Goering, P.  ve Page, J.  2001. From the Ground Up- Rethinking Industrial Agriculture, Zed Books, London.

UNEP, 2009. IAASTD- International Assessment of Agricultural Knowledge, Science and Technology for Development- Global Report, Washington. http://apps.unep.org/publications/pmtdocuments/Agriculture_at_a_Crossroads_Global_Report.pdf

Özkaya, T. 2007. “Tohumda Tekelleşme ve Etkileri” Tarım Ekonomisi Dergisi, cilt: 13, Sayı: 1,2, İzmir, http://www.tayfunozkaya.com

Ploeg, J. D. W. 2008. The New Peasantries, Earthscan, London.

Ploeg, J. D. W. 2012.  “Bir Kez Daha Köylü Üretim Tarzı Üzerine” Kırsal Kalkınmada Alternatif ve Yeni Yaklaşımlar, Heinrich Böll Vakfı, İstanbul. https://tr.boell.org/tr/2014/06/16/kirsal-kalkinmada-alternatif-ve-yeni-yaklasimlar-0

6 Yorum

SOFRAMIZI VE GEZEGENİ KURTARMANIN YOLU: ONARICI TARIM

Yazı: Durukan Dudu (Anadolu Meraları eş-kurucusu)

 

Gıda ve tarım çağımızın en “sıcak” konularından ikisi. Hem Türkiye’de, hem de dünyada gıdanın içeriği, kalitesi, lezzeti, insan sağlığına etkileri her kesimden insanın sorguladığı, “doğruyu” bulmaya çalıştığı bir konu. Son onyıllarda işin “gıdanın tohumdan sofraya üretiliş sürecinin doğaya etkisi” boyutu da gündemimize hızla dahil oldu.

İşte bu çift-boyutlu süreci kapsayan bir noktada “onarıcı tarım” kavramıyla tanıştık. Aslında bu kavram Türkiye için oldukça yeni; ilk defa 2014’te Anadolu Meraları ve bendenizin yazı, sunum ve eğitimlerinde paylaştığımız, daha doğrusu önerdiğimiz bir kavram. Dünyada da Türkiye’deki kadar olmasa da nispeten yeni bir kavram, İngilizcesi “regenerative agriculture” olarak geçiyor.

Onarıcı tarım, gıdanın içeriğinden üretim sürecine, örgütlenmesinden finansman yapısına, yetiştiği toprağın biyolojik bereketinden bunun gıdanın besleyiciliğini nasıl etkilediğine kadar çok geniş bir yelpazede geçerli bir paradigma değişimi öneriyor ve bunu somut örneklerle uyguluyor; onarıcı tarımın sadece akademi veya sivil toplum nezdinde farazi bir konu değil, doğrudan çiftçi temelli bir teori ve uygulama bütünü olması da bu durumu yansıtan temel dinamiklerden biri.

“Paradigma” kavramını özellikle kullanıyorum, zira onarıcı tarım gıda, tarım ve bunun sosyo-ekonomik örgütlenmesi konusundaki bir çok ön yargımızı derinden sarsan önermeler ve bilgiler içeriyor. Kaba bir örnekle; yerel tohum ve zehirsiz/gübresiz tarımla üretimin iyi ama yetersiz olduğunu, toprağı sürmek gibi “geleneksel” bir yöntemin de gezegen için olumsuz sonuçları olduğunu somut verilerle gösteriyor, pratik alternatifler gösteriyor. Her bir üretim sürecinin en temel dinamiklerine son derece işlevsel bir bakış açısıyla (ama ilkeselliği elden bırakmadan!) iniyor, sorguluyor. Bilginin üretimi ve yeniden üretimi süreçlerini “yurttaş bilimi” çerçevesinde gerçekleştiriyor. Deney yapmayı, planlamayı, gözlem yapıp veri toplamayı seven (çoğunlukla yeni nesil) çiftçilerin sanal dünyada ve dönemsel toplantılarda “açık kaynak veri” çerçevesinde paylaştığı somut bilgiler ışığında hızla gelişip yaygınlaşıyor.

Onarıcı tarımın bir de “üretici – tüketici” ilişkisini yeniden tanımlama hali var ki, bahsetmeden olmaz: Her bir örneğin biricik koşulları içinde özgün modeller gelişiyor olsa da, temelde tüketiciyi de üretimin bir aktörü haline getiren, bu sayede gıda üretimi ve paylaşımını anonim bir süreç olmaktan çıkarıp şeffaflık ve katılımcılıkla bezeyen bir çerçevesi var.

Sözün özü, onarıcı tarım aslında bir devrim: Hem de gıda ve tarım gibi medeniyetin temeli olan bir boyutta gerçekleşen, çok derin bir devrim.

Toprak dediğin nedir?

Özellikle son on yılda bazı cesur akademisyenler ve onarıcı tarımın öncüsü çiftçiler tarafından beraber üretilen uygulamalı bilgilerin ışığında biliyoruz ki; toprak “sandığımızın” çok ötesinde bir varlık. Bastığımız toprağın en üstteki 20 – 90 cm’lik tabakası, dünyanın en zengin biyolojik çeşitlilik diyarlarından biri. Gözle gördüğümüz ve göremediğimiz canlılardan oluşan, son derece karmaşık ve bir o kadar da yalın bir yaşam ağı, toprağı toprak yapan. Bu yaşam ağının güçlü ve bereketli olması, o yaşam ağının bir yansıması olan toprak üstü bitkilerin (domatesin, mesela) ne kadar besleyici olduğunu belirliyor. Öyle ki, göze aynı görünen bir domates doktorların 3 ay ömür biçtiği bir kanser hastasını iyileştirebilirken, bir diğeri insanı kanser edebiliyor. İşte bu toprak yaşam ağının nasıl çalıştığını, en azından temel prensiplerini anlamak ve bunları besleyen bir tarım şekli, sofralarımızı ve bedenlerimizi korumanın ötesinde iyileştirip onarmanın da tek yolu.

Çünkü ne yiyorsak oyuz ve hatta, “yediğimiz, nasıl bir toprakta beslendiyse” oyuz.

Bu noktada aklınızda canlanan detaylı sorular için, sizleri internette “toprak gıda ağı” ve “soil food web” temalı bir arama yapmaya davet etmek isterim – ancak aldığınız cevapların doğuracağı sorular ve paçalarınızı sıvayıp girdiğiniz derenin aslında devasa bir okyanus olduğunu fark edeceğinizi de söylemeliyim: İleri düzey biyoloji, kimya ve fizik içerikli bir bilim dalından bahsediyoruz çünkü. Toprak uzmanlarının “Uzay hakkında bildiklerimiz, toprak hakkında bildiklerimizden daha fazla” demesi boşuna değil.

 

Doğayı Onarmak = Şifalı Gıda Üretmek

Bugüne kadar insanın tüm ekonomik faaliyetlerinin doğa için zararlı olduğunu, yapabileceğimiz en iyi şeyin bu zararı asgariye indirecek uygulamalar olduğunu düşünegeldik. Ekoloji bilimi ve yeşil politika da, insan medeniyetinin oluştuğu ilk günden beri doğanın ve gezegenin hanesine zarar yazan bir oluşum olduğunu anlattı. İnsanlığın “gelişimi”, özellikle son 300 yıla sığdırdığımız sanayi devrimi ve sonrasındaki süreç de bu iddiayı doğrulayan birçok gerçeği barındırıyordu. Yani “insanla doğa arasındaki ilişkinin bir kaybedeni olmak zorunda; o da ne yazık ki doğa” düşüncesi, çevre ve ekoloji hareketinin hikmetinden sual olunmaz hakikatlerinden biri olageldi.

Onarıcı tarımı “paradigma değişimi” mertebesine yükselten boyutlardan biri de bu: Onarıcı tarım ve içerdiği uygulamalar, insanın tarım yaparak doğayı korumasının, yani sürdürülebilirliğini sağlamasının ötesinde “onarabileceğini” kanıtladı. Bu, küresel medeniyetimizde bir dönüm noktası. Medeniyet tarihi hakkındaki yeni bulgular da bunun basit düzeylerde kimi topluluklar tarafından daha önce de gerçekleştirildiğini kanıtladı; Amerika yerlilerinin “yarattığı” bereketli orman ekosistemleri, Amazon yerlilerinin yüzlerce yıl içinde devasa Amazon Havzası’nın toprağını organik madde açısından zenginleştiren “terrapreta” uygulamaları ile medeniyet tarihinin buğdayla değil meşe ağacıyla başladığını çok güzel anlatan “Oak: The Frame of Civilization” gibi kaynaklar nereden geldiğimiz ve nereye gitmemiz gerektiği konusunda çığır açıcı veriler sundular.

İşte bu tarih okuması ve bugünün gerçekleri ışığında, toprağı “geleneksel” dediğimiz yöntemler dahil olmak üzere son 3-4 binyıldır ne kadar hırpaladığımızı ve bunun aksi yönde bir Onarıcı Tarım devrimi başlatmamız halinde hem doğayı onarıp hem de şifalı gıda üretebileceğimizi biliyoruz.

Doğayı onarmak derken, çağımızın en büyük ve acil felaketi olan iklim değişikliğini de meselenin tam ortasına yerleştiriyorum: Dünya topraklarındaki organik madde oranını sadece yüzde 0.1 oranında artırmayı başarmamız halinde, atmosferde halihazırda 400 ppm olan karbondioksit oranını 350’ye çekmeyi, diğer bir deyişle bilim insanlarının işaret ettiği “güvenli en üst sınıra” yaklaştırmayı başaracağız. Böylece iklim değişikliği ve yarattığı tüm devasa krizler bir anda ortadan kalkıyor.

Anadolu Meraları Uygulama Arazisi’nde 12 ayda organik maddeyi yüzde 0.4 oranında artırdığımızı düşünürsek, ABD’li toprak uzmanı Dr. Elaine Ingham’ın şakayla karışık olarak söylediği, “Onarıcıtarım devrimini küresel olarak gerçekleştirirsek kışlık montlarınızı hazırlayın” cümlesinin anlamı ortaya çıkıyor: Dünyadaki tüm topraklarda, geçen yıl Anadolu Meraları Uygulama Arazisi’ndeki organik madde artışı gerçekleşseydi, atmosferden 1400 Gigaton karbonu “bereket” olarak toprağa çekmiş olacak ve karbondioksit oranını bir yılda Sanayi Devrimi’nin ilk yıllarındaki oran olan 210 ppm’e yaklaştıracaktık.

İklim Değişikliği’yle yakından ilgilenmeyen veya bu sayılardan aklı karışan okurlarımız için durumu şöyle özetleyeyim: Bizlerin geçen sene son derece kısıtlı kaynaklarla gerçekleştirdiği toprak onarımı tüm dünyada gerçekleştirilse, bu insanlık tarihinin gelmiş geçmiş ve ebediyen olabilecek en önemli başarısı olarak tarihe geçecek.

Onarıcı tarıma öncülük eden birey, oluşum ve grupların her geçen sene artan popülaritesinin kaynağı da bu: Onarıcı tarım, açlık, çölleşme, toprak erozyonu, su kıtlığı, iklim değişikliği ve enerji krizi gibi içinden çıkılmaz hale gelmiş yaşamsal krizlere ucuz, kesin ve yan etkisi olmayan çözümler sunuyor.

Bir “yan etki” var gerçi, onu atlamayalım: Tüm bu devasa çözümleri “şifalı gıda üreterek” sunuyor. Yani hem gıdamızın kalitesi, tadı ve besleyiciliği tavan yaparak “zehirli gıda” yerine “şifalı gıda” oluyor; hem de dünyayı kurtarıyor.

Bundan beş sene önce onarıcı tarım ve onun amiral gemisi olan “bütüncül yönetim” (Holistic Management) ile tanıştığımda, bir iklim değişikliği aktivisti/uzmanı olarak yaşadığım, bugün bu satırları bir “onarıcı çiftçi” olarak yazarken artarak devam eden heyecanımın sebebi de işte bu; her gün kendi gözlerimle gözlemleyip burnumla kokladığım ve ellerimle dokunduğum süreç…

Otçul Hayvanlar: Suçlu değil, “Kurtarıcı”

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hayatımıza hızla giren bir olgu var, “endüstriyel hayvancılık”. “Dünya çapında artan hayvansal gıda ihtiyacını karşılamaktan” ziyade, savaş sonrası biyolojik silah yerine tarım zehiri ve suni gübre üretmeye başlayarak palazlanan tarım endüstrisinin “kimyasal tarım”ı yaygınlaştırmasının bir sonucuydu endüstriyel hayvancılık. Şu anda Türkiye’nin de köylü ve küçük üreticisinden büyük üreticisine kadar iliklerine kadar işlemiş olan endüstriyel hayvancılık, GDO’lu yem kullanımı, hormon ve diğer kimyasal girdiler sebebiyle insan sağlığını bozmakla kalmıyor; toprak bozunumu, kirlilik ve iklim değişikliğini de körüklüyor, hayvan haklarını da ezip geçiyor. Tüm dünyada “endüstriyel hayvancılık” karşıtı başlayan hareketlerin özellikle son onyıllarda ciddi anlamda güçlenmesinin sebebi de bu.

Ancak endüstriyel hayvancılık gibi tüketilen enerji karşılığı alınan besin hesabı yapıldığında son derece verimsiz olduğu bariz olan bir tarım yöntemine karşı çıkarken düştüğümüz bir yanlış var: Suçlu olan otçul hayvanlar değil, insan olarak hayvancılık yapma şeklimiz.

Dünyanın geleceği ve sofralarımızın sağlığı için az bilinen ama çok önemli bir konu bu: Gezegeni ve bedenlerimizi yok eden mevcut hayvancılık yerine, doğayı hızla onaran (sürdüren değil, onaran!) ve insanlara da son derece besleyici gıda sunan bir hayvancılık mümkün, hatta otçullar kurtuluşun en önemli yollarından biri. Bu farkındalık ve uygulaması dünyada hızla yayılıyor.

Allan Savory’nin kurduğu Savory Enstitüsü ve dünyanın dört bir yanına dağılmış özerk gözeleri (Türkiye’de Anadolu Meraları), onarıcı tarımın omurgasını oluşturan “bütüncül yönetim”le işte bu değişimi gerçekleştiriyor. Otçul hayvanların yabani atalarının etraftaki avcı hayvan ve insanların baskısıyla izlediği otlama ve toprak üzerinde “masaj” yaratma örüntüsü, günümüz sosyo-ekonomik ve kültürel gerçeklikleri çerçevesinde ve yaratıcı bir karar alma süreciyle doğru uygulandığında sonuç toprağın su tutma ve emme kapasitesinin hızla artması, erozyonun sona ermesi, toprağın organik maddesinin hızla artması, biyolojik çeşitliliğin geri dönüşü ve besin değerlerinin yükselmesi oluyor.

Çok uzun yıllardır sorun olarak görülen mera ve otlakların, “bütüncül yönetim”in son derece uygulanabilir yöntemleriyle hem ekonomik olarak değer kazanması hem de ekolojik onarımın başat mekânları olması, Türkiye gibi bir ülkede çok daha önemli: Türkiye, çok pahalı ve bir o kadar da kalitesiz hayvancılık ürünlerinin diyarı. “Bütüncül yönetim”le idare edilen meralar ve otlaklar ise hayvancılığın orta vadede maliyetlerinin düşmesi, hayvansal gıdanın zehirli olmaktan kurtulup “şifalı” bir besin haline gelmesi, su kaynaklarının yeniden onarımı, sellerle mücadelenin kolaylaşması ve toprakların iyileşmesi, tarımsal üretim ve gıdanın insanları birbirinden koparan değil birbirine yeniden bağlayan bir süreç olması demek.

Diğer bir deyişle, uzun yıllardan beri karşımıza çıkan en güçlü “kazan – kazan” fırsatıyla karşı karşıyayız.

Uzun ince bir yol

Bu yol uzun, şüphesiz. Yasal mevzuat ve uygulamaların doğru şekilde oluşturulmasından mevcut çiftçilerin algısal dönüşümüne, onarıcı tarım devrimiyle ilgili konulardaki toplumsal farkındalığın artmasından bilgi ve uygulama altyapısının tamamlanmasına kadar bir çok boyutta ödevimiz, kat etmemiz gereken mesafe var. Ancak en önemli görev “tüketici” olmak yerine “türetici” olmayı seçme iradesine sahip bireylere düşüyor: Onarıcı tarımla üretilen şifalı, doğru gıda -en azından başlangıçta- daha pahalı olacak, çünkü onu üreten, A’dan Z’ye tüm süreçlerde “akıntıya ters kürek çekiyor” olacak. Ulaşması daha zor, daha çok emek ister, gıda toplulukları kurarak örgütlenme gereğini haiz olacak. Standart birer kimyasal kutusu değil, her seferinde azıcık farklı, çokça özgün bir tatta olacak. Ufacık yazılarla dolu ufak bir etiketi değil, bütün süreci detaylarıyla anlatan bir hikâyesi olacak – ve türeticinin tüm bu süreçlerin arasındaki farkı öğrenmesini, sorgulamasını isteyecek. Kokusuz veya alışılmış mısır şurubu tadının baskın olduğu bir gıda değil, üretildiği toprağı ve hayvanı yansıtan bir biriciklikte olacak. Güzel ambalajlara sahip olmayacak belki, bir süre. Ama yüksek besin değerli ve zengin iz-elementli, gerçek bir gıda olacak.

İşte onarıcı tarım, insanlığın bu en büyük macerasına ortak olmayan isteyen kararlılıktaki türeticilerle üreticilerin şeffaf, dayanışmacı bir ruh haliyle omuz omuza vermesiyle yükselecek.

Fotoğraflar: anadolumera.com
Yazı Haziran 2016’da kaleme alınmıştır.
1 Yorum

İKLİMİ DEĞİŞEN DÜNYADA GIDA GÜVENLİĞİ

Yazı: Bora Kabatepe (Araştırmacı, radyo programcısı)

 

İklim değişikliği ile ilgili her geçen gün daha fazla haber ve araştırmayla karşılaşırken, kullanılan görseller ve öne çıkarılan haberler -kasıtlı veya kasıtsız şekilde- iklim değişikliğinin sanki tüm dünyanın değil, şanssız birkaç canlı türünün veya kötü yazgılı birkaç ülkenin sorunu olduğu algısını yaratıyor. Gürültüyle yıkılan buzdağları, açlıktan bitap düşmüş bir kutup ayısı, uzak bir ülkeden gelen aşırı sıcak dalgası haberleri veya adını pek sık duymadığımız ada devletlerinin yükselen deniz suları karşısında çaresizliği… Tüm bunlar ciddi tehditler olmasına rağmen, iklim değişikliğinin hepimizin, hem de öyle uzak bir gelecekte değil, bugün karşı karşıya olduğu, ivedilikle çözüm bulunması gereken bir problem olduğunu düşündürmekten uzak örnekler.

Oysa iklim değişikliğinin gündelik tercihlerimizin ve hayat mücadelemizin en önemli unsuru olan gıda üzerindeki etkileri gıda güvenliğine getirdiği tehditler daha sık konuşuluyor olsaydı, bunun bugün 7 milyarın, 2050 yılında ise 9 milyarın sorunu olacağını fark etmek daha kolay olurdu. İklim değişikliğinin tarımsal üretim ve ekonomi üzerindeki etkilerini kısaca incelemek, gıda güvenliği kavramını oluşturan tüm ayakların nasıl bir tehditle karşı karşıya olduğunu görmemizi sağlamak ve iklim değişikliğinin hepimizin hayatındaki yerini teslim etmek için gerekli bir ilk adım.

Değişen havalar gıda üretimini tehdit ediyor

Sanayi devrimiyle beraber ciddi boyutlara ulaşan ve özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki ekonomik büyüme, küreselleşme ve tüketim temelli ekonomi döneminin ardından önü alınamaz bir şekilde hızlanan fosil yakıt tüketimi, atmosferde yoğun sera gazı birikimine neden oldu. Sanayi devrimi öncesinde 260-280 ppm aralığında olan atmosferdeki CO2 derişiminin günümüzde 400 ppm seviyelerine ulaşması, beraberinde ortalama sıcaklıkların artışı, yağış rejimlerinin düzensizleşmesi, aşırı hava olaylarını sıklaşması ve okyanus sularının asitliğinin artması gibi, gıda üretimi üzerinde doğrudan ve dolaylı etkisi olan birçok sonucu beraberinde getirdi.

Bugün dünyanın farklı bölgelerinde çiftçiler daha önce karşılaşmadıkları şiddet ve sıklıklarda ardı ardına kurak yıllar yaşıyor ve üretimlerini “yeşil devrimin” vaat ettiği seviyelere ulaştırmakta zorlanıyor. Örneğin, Amerika’nın teknolojide olduğu kadar tarımsal üretiminde de pay sahibi olan Kaliforniya eyaleti 2012’den bu yana her sene şiddetini artıran olağandışı bir kuraklık dönemi yaşıyor ve üzüm, portakal, pamuk, pirinç gibi bölgenin önde gelen tarım ürünü üretimleri son yıllarda kuraklık öncesi döneme göre düşüş gösteriyor (1). Azalan yağmurlar sonucunda yer altı sularına yönelen çiftçiler yer altı kaynaklarının su bütçesindeki açıkların büyümesine neden oluyor. NASA tarafından uydu fotoğrafları ile de tespit edilen (2) bu durum, uzun vadede gıda üretimi üzerindeki kuraklık baskısını artmasıyla üretimde daha da sert düşüşlerin olacağının habercisi.

İklim değişikliğinin, tarımsal üretimi kuraklığın artışında olduğu kadar sekteye uğratan bir diğer etkisi ise, iklimsel değişkenliklerin artması. En yüksek ve en düşük sıcaklıkların uçlara kayması, ilk yağış, son don gibi kritik tarihlerin değişkenlik göstermeye başlaması ve yıllık yağış miktarlarının değişmediği bölgelerde bile yağışlı gün sayısı ve yağış şiddetlerinin değişmesi çiftçilerin yıllardır uygulayageldikleri yöntem ve bilgilerle üretimlerini devam etmesini güçleştiriyor. Doğrudan bitki üretimi ile ilgili bu etkilerin yanı sıra artan sıcaklıklar bitki zararlılarının gelişim alanlarını genişletiyor ve bugün yıllık 650 milyon insana yetecek miktarda gıdanın israfına neden olan bu zararlıların yaşam alanlarını yılda ortalama 3 kilometre daha kutuplara doğru taşıyarak verdikleri zararın artmasına neden oluyor (3).

Etkiler kararsal üretimle sınırlı kalmıyor, atmosferdeki gazları bir sünger gibi bünyesine çeken okyanus sularının asitliği, artan CO2 derişimi ile beraber artıyor ve deniz ekosistemi besin zincirinin bozulmasıyla büyük zarar görüyor. Üretime ve balıkçılığa konu olan türler doğrudan etkilenmese bile, denizdeki besin zincirinin başı olarak sayılabilecek alg ve plankton türlerinin yükselen asitlik seviyelerinde yaşamlarını sürdürememesi, besin zincirinin üst basamaklarındaki türlerin sayısının azalmasına neden oluyor. Dolayısıyla deniz ürünü üretiminin bazı bölgelerde  yüzde 60’a varan oranlarda düşmesi bekleniyor (4). Bu geniş çapı etkilerin yanı sıra sıklığı artan aşırı hava olayları bölgesel zararlara neden oluyor ve çiftçilerin bazı yıllar ürünlerini tamamen kaybetmesine yol açıyor (5).

Gıda güvenliği, istikrar ve erişim…

İklim değişikliği kaynaklı birçok etki, gıda güvenliğinin dört boyutu üzerinde farklı derecelerde etki yaratıyor.

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) tarafından tüm insanların üretken ve sağlıklı bir yaşam için günlük beslenme ihtiyaçlarını ve gıda tercihlerini karşılamaya yeterli, güvenli ve besleyici gıdaya fiziki, sosyal ve ekonomik açılardan her zaman ulaşabilir olması durumu olarak tanımlanan gıda güvenliğinin iklim değişikliği ile bağlantısı dört ana boyutta incelenebilir: Bulunabilirlik, istikrarlılık, kalite/güvenilirlik ve erişilebilirlik.

Bulunabilirlik, yani gıda ürünlerinin toplam üretiminin yeterli olması ayağı söz konusu olduğunda yukarıda bahsedilen kuraklıklar, belirsizlikler, aşırı hava olayları ve zararlıların tarımsal üretimi azaltması beklendiğinden, iklim değişikliğinin gıda güvenliği üzerindeki ilk etkisinin bu noktada olması bekleniyor (6).

Kısa vadede üretim düşüşü olarak kendisini gösteren bu iklim olayları Kaliforniya’daki kadar sosyal ve ekonomik desteğe sahip olmayan çiftçileri vurduğunda kimi bilim insanlarına göre, Suriye’de olduğu gibi yoğun göçlere ve iç karışıklıklara neden olabiliyor. Üretimin azalması çeşitli bölge ve dönemlerde gıda fiyatlarını artıracağı gibi, geliri tarıma bağlı insanların gelirini de azaltacağından gıda güvenliği ciddi biçimde etkilenecek. Arap Baharı olarak adlandırılan ve 2008 yılında Tunus’ta başlayan isyan dalgasının ardından Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinde rejim değişikliklerine neden olan olayların kaynağında yükselen gıda fiyatlarının olduğunu düşündüğümüzde, (7) bu bağlantı kendisini daha kuvetli bir şekilde hissettiriyor.

Mevsimlik tarım işçileri etkilenecek

Aşırı hava olaylarının sıklığının ve sayısının artışı ile birlikte tarımsal üretimdeki süreklilik tehlikeye gireceğinden gıda güvenliğinin istikrarlılık ayağı da iklim değişikliğinin etkilerinden kaçamayacak. Bu konu ile ilgili ülkemizden verilebilecek en önemli örnek, geliri tamamen ürünün bolluğuna ve devamlılığına bağlı olan ve sayılarının 4 milyona vardığı tahmin edilen, mevsimlik tarım işçilerinin durumu. Bir aşırı kuraklık döneminde üretimin istikrarlılığının bozulması, gıda üretim miktarının düşmesinın yanı sıra gıdaya erişimi için bu ürünlerin toplanmasından gelen gelire bel bağlamış tarım işçilerinin, gıdaya erişimde de sıkıntı yaşaması kaçınılmaz olacak.

Artan sıcaklık ortalamaları gıda tedarik zinciri içerisinde gıdaların bozulmadan ve besleyiciliklerini kaybetmeden taşınmasını daha zorlaştıracak ve israflar bu zincirde olulabilecek hatalar oranında artabilecek.

Son olarak eğer bugünkü gidişatta bir değişiklik olmazsa, gıdaya erişim hem üretimdeki azalmaya hem de istikrarın sekteye uğramasına bağlı olarak zorlaşacak ve yeterli beslenebilen kişilerin sayısında bir azalma olacak.

Bölgesel koşulların gözetildiği uyum politikaları

Nüfusun artış hızı düşünüldüğünde, gıda güvenliği üzerindeki tüm bu tehditler daha ciddi bir boyuta ulaşıyor ve yukarıda bahsedilen kötü senaryoların gerçekleşmemesi için yerel ve küresel ölçekte önlemler alınmasını zorunlu hale getiriyor.

İklimi değişen dünyada, bölgesel koşulların dikkate alındığı uyum önlemlerinin uygulanmaya başlaması gıda güvenliği üzerindeki bu tehditlerin bertaraf edilmesini sağlayabilir. Geniş pazarlarda ticari fayda elde etmek için laboratuvarlarda geliştirilen hibrit veya GDO’lu türler yerine değişkenlik gösteren iklim koşullarına dayanıklı yerel türlerin tercih edilmesi ve geliştirilmesi gıdanın bulunabilirliği ve istikrarı üzerinde olumlu etki yaratacaktır.

Günümüzde yaygın olan monokültür, yani büyük tarımsal alanların tek bir tür ekimi için kullanıldığı üretim anlayışının yerini, daha fazla türün birbirini destekleyecek ve iklim değişikliğinin olası etkileri karşısında sigorta görevi görecek şekilde ekimini savunan polikültür, permakültür ve hortikültür gibi farklı uygulamaların alması da, bulunabilirlik ve istikrarlılığı destekleyebilir. Alışıldık ekim dikim takvimlerinin iklimdeki değişikliklere göre yeniden tasarlanması ve bölgeler için bitki gelişimine en uygun tarih aralıklarının belirlenmesi önemli bir fayda sağlayacaktır.

Kuraklıkla daha fazla karşı karşıya kalacağı bilinen bir dünyada doğru sulama tekniklerinin yaygınlaştırılması da hayati önem taşıyor.  Erişim ve kalite ve güvenilirlik ayaklarındaki çözümler ise nasıl bir üretim sorusundan ziyade, gıdanın kim tarafından üretilip nasıl paylaşıldığı sorularıyla ilgili. İklimi değişen bir dünyada gıda güvenliğinin bu iki ayağında, giderek daha seyrek elde toplanan ve zincirlere benzetebileceğimiz kırılgan üretim yapılarından çok, üretiminin daha fazla kişi tarafından, tüketime yakın noktalarda yapıladığı ağ tipi yapılar olarak örgütlenmesi anahtar rol oynuyor. Böylelikle uyum konusunda en çok ihtiyaç duyulacak şey olan bilginin gelişimi ve yayılımı kolaylaştırılmasının yanı sıra, gıda zincirlerinin kısalması erişim, güvenilirlik ve kalite konusunda da daha sağlam yapılar oluşturulmasını sağlayabilir.

Tarımın iklime etkisi de azaltılmalı

İklim-tarım ilişkisinde tüm bu önlemler uygulanırken unutulmaması gereken bir diğer konu da, tarımın iklim değişikliğini nasıl hızlandırdığı. Yukarıda bahsedilen tüm uyum önemleri uygulanırken, aynı zamanda tarımsal üretimde sera gazı salımını azaltacak önlemlerin (kimyasal gübre kullanımınının azaltılması, endüstriyel hayvancılığın yerini mera hayvancılığının alması, gıda tercihlerinin daha az işlenmiş olandan yana yapılması vb.) alınması iklim değişikliğinin hızının azaltılması konusunda insanlığın elini güçlendirecek uygulamalardan biri.

Bütün bu önlemler, herkes için gıda güvenliğinin güvence altında olduğu bir dünyaya bizi bir adım daha yaklaştıracak. Devletlerin ve şirketlerin bu önlemleri alması için tüketicilerin ve sivil toplum kuruluşlarının doğru adımlar atması ve iklim değişikliğinin gıda üzerindeki etkisini anlatılması da beraberinde farkındalığın ve uyum/önlem uygulamalarının artmasını getirecek. Bireylerin günlük gıda tercihlerinde, sivil toplum kuruluşlarının ise hayata geçirdikleri projelerde iklim-gıda bağlantısını göz önünde bulundurmaları, uyum sürecini hızlandırmak ve gıda güvenliğinin kaybı noktasına gelmeden sorunların çözülmesini sağlayacak.

 

Kaynakça

(1) 2015, ABD Tarım Bakanlığı Ekonomik Araştırmalar Servisi, California Drought: Crop Sectors http://www.ers.usda.gov/topics/in-the-news/california-drought-farm-and-food-impacts/california-drought-crop-sectors.aspx üzerinden 19/06/2016 tarihinde erişilmiştir.

(2) 2015, NASA, GRACE uydu fotoğrafları, http://www.nasa.gov/jpl/grace/study-third-of-big-groundwater-basins-in-distress/ üzerinden 19/06/2016 tarihinde erişilmiştir.

(3)2008, FAO, Climate Related Transboundary Pests and Diseases, http://www.fao.org/3/a-ai785e.pdf  üzerinden 19/06/2016 tarihinde erişilmiştir.

(4) 2013, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), Beşinci Değerlendirme Raporu, Bölüm 7.  http://ipcc-wg2.gov/AR5/images/uploads/WGIIAR5-Chap7_FINAL.pdf üzerinden 19/06/2016 tarihinde erişilmiştir.

(5) 2015, FAO, The impact of disasters on agriculture and food security, http://www.fao.org/3/a-i5128e.pdf üzerinden 19/06/2016 tarihinde erişilmiştir.

(6) 2008, FAO, Climate Change and Food Security: A Framework Document, http://www.fao.org/forestry/15538-079b31d45081fe9c3dbc6ff34de4807e4.pdf üzerinden 19/06/2016 tarihinde erişilmiştir.

(7) 2011, Rami Zurayk, http://www.theguardian.com/lifeandstyle/2011/jul/17/bread-food-arab-spring üzerinden 19/06/2016 tarihinde erişilmiştir.

 

Fotoğraflar: adabasini.com, ensonhaber.com, ilerihaber.org, sabah.com.tr