May 17
Yazı: Mehmet Gürmen
İnsanlık, teknolojiyi bilime değil, bilimi teknolojiye ve ilgili sektörlere hizmet eder şekilde konumlandırdığından beri kısır bir kriz içinde. “Gıda”, “toprak” ve çok telaffuz edilmese de en gizli ve en temel bileşen olan “tohum”, günümüzün sorunundaki anahtar kelimelerden bazıları…
Verimli tohum ihtiyacı
1940’lı yıllarda dünyayı beslemek amacıyla tarım politikalarının mekanize edilmesi, verimin artırılması ve tarımsal arazilerin endüstriyel ölçekte işlenmesi ve işletilmesi için atılan sanayi adımlarının önemli bir kısmını, yüksek verimli tohum çeşitlerinin geliştirilmesi için yapılan araştırmalar ve ıslah çalışmaları oluşturuyordu. Verimli buğday çeşitleri ile başlayan değişim; Meksika’dan sonra 1950 ve 1960’larda tüm dünyaya ihraç edilen bir tarım politikası haline gelmişti. Söz konusu gelişmeleri; birçok devlet organının yanı sıra Rockefeller ve Ford aileleri de 1963 yılında “Uluslararası Mısır ve Buğday Geliştirme Merkezi (CIMMYT)”nin kuruluşunu fonlayarak desteklemişlerdi. Bu değişen düzende insan ve hayvan gücü ile doğal girdilere dayalı küçük ölçekli üretim modelinin yerine; petrole dayalı, her adımında makinaların kullanıldığı, sentetik kimyasal gübre, sistemik sentetik ilaçlar ve en önemlisi, ıslah edilmiş ticari tohumlukları bir bütün olarak ele alan yeni bir anlayış ortaya koyulmuştu. Tohumlar sürekli olarak “birim alanda elde edilen ürünün tonajı” üzerinden birbiri ile rekabete konu ediliyordu.
Üretici ıslahı
Tüm dünyada olduğu gibi, kuruluşundan beri ABD’deki üreticiler (bilge tarımcı olan yerliler de dahil) bir tür “katılımcı ıslahçı” durumunda oldular. Bu süregelmiş olan katılımcı ıslah kazanımları modern anlamdaki bilimsel ıslah çalışmalarının temelini oluşturuyordu ve bu çalışmalara hazır bir kaynak olarak sunulmuştu. Çünkü yerel tohumların farklı coğrafyalara, toprak yapılarına, iklimlere, hastalıklara ve kültürlere adaptasyonu, direnç göstermesi ve evrilmesi zaman alan ve kontrol / gözlem gerektiren değişimlerdi. Çiftçiler, kendi tohumunun geleceğini korumak adına sürekli olarak, en sağlıklı ve verimli tohumlardan tohumluk ayırarak ve bu seçilmiş tohumları bir sonraki sezon ekmeye devam ederek, tohumdaki genetik değişim ve adaptasyon sürecine büyük katkı sağladılar.
Tohum çeşitleri ve bağımlılık
İnsanlığın tarım hayatına geçtiği günün öncesinden beri doğada tohumlar var ancak bu dönemden sonra seçici ıslah ile sadece fayda getiren, dayanıklı ve verimli türler seçilerek, ekilerek ve çoğaltılarak bir çiftçi ıslahı dönemi başladı.
Doğadaki açılımı, yayılımı ve değişimi halen devam eden nitelikte ve yerel şartlara adapte olmuş; o bölgede uzun süredir tarımı yapılan tohumlara yerel tohum, köy çeşidi, köy popülasyonu, atalık tohum vb. isimler veriliyor. Bu tohumlardan elde edilen ürünler aynı hasat sezonu içinde şekil, renk, koku, tat vb. özelliklerinde farklılıklar gösteriyor. Yerel tohumlar; bulunduğu ortamdaki hastalık, zararlılar ve coğrafi koşullara göre evrilmekte olan bilge ve dirençli tohumlar. Söz konusu genetik geçmişin gücüyle birlikte bu tohumların -o üretim sezonunda toprakta az besin varsa veya bir sele maruz kalsa bile- hayatta kalma olasılığı yüksek. Sürekli olarak bu tür olumsuzluklardan hayatta kalan tohumları seçerek devam eden çiftçiler, geçmişten bugüne bu biyogenetik mirasın oluşmasına önemli katkı sağlıyor.
Tohum firmalarının; aynı bitki familyasından iki çeşidi seçerek ve bu çeşitlerin özelliklerini birleştirerek elde ettikleri çeşitlere “melez çeşitler” adı veriliyor. Yerel tohumlardaki doğal melezlemenin aksine bu melezleme sürecinde kontrollü ortamlarda el ile müdahale ve yoğun denetim/gözetim gerekiyor. Melezleme sonucu elde edilen yeni çeşit, ana ve babasının özelliklerini taşımakla beraber; genetik açılımın doğasından ötürü, bir sonraki sene tohumu ayrılarak tekrar ekildiğinde aynı özellikleri göstermek yerine, anaya veya babaya geri dönme potansiyeli taşıyor. Söz konusu yeni çeşidin melezleme sonrası nesillerde ıslah edilerek standart ve ari bir yapıya kavuşturulması durumunda ise bahsi geçen geriye dönüş riski azalıyor ancak kontrolsüz tarımda; aynı veya yakın arazilerde aynı familyadan diğer türlerle tozlaşıp, istenmeyen bir türe doğru melezlenmesi olasılığı yüksek.
Tohum firmaları genellikle verimli melezi elde ettikleri ilk sene, tohumu ana ve babanın özelliklerinden uzaklaşması için bir standardizasyon sürecine sokmadan ve bu işleme kaynak ayırmadan satışa sunmayı tercih ediyor. Bu tohumlara F1-Hibrit adı veriliyor. Çiftçi de özellikle büyük arazilerde bu tohumun karışıp açılım göstermesi riski ile beraber, istenmeyen ürün ve düşük verim risklerini göze almadığı için, her sene yerel tohumu ürünün en iyisinden seçip ayırmak yerine, sıfırdan tohum satın almak için tohum firmalarının kapısını çalıyor. Bu durumda; hangi tohumun ekileceğini, tohumun satış fiyatının ne olacağını, hangi tohum için hangi dönemde hangi sentetik ilaç ve gübrelerin kullanılması gerektiğini tohum firmasının kararına bırakıyor; ki işte tam da bu noktada gıda güvenliği ve bağımsızlığı tehlikeye giriyor.
Günümüzde gıda güvenliği ve bağımsızlığına dair tehditlerin dışında bir diğer bilinmez ve büyük risk de; patentlenerek fikri mülkiyet yasaları ile korunan genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) içeren tohumlar ile bu tohumların ihtiyacı olan, o geliştirilen çeşide özgü kimyasal ilaçlar ve gübreler bütünü. Bu zorunlu bileşenlerin tümü, çiftçi üzerinde tohumdan ilaca kadar mecburi bir ekonomik ve politik bağımlılık yaratıyor. Bu sene paketi 10 liraya satın alınabilen bir domates tohumunun bir sonraki sene tüm firmalarda sözbirliği yapılarak 500 lira fiyatla satışa sunulmayacağının güvencesini kim verebilir?
ABD’de yasal durum
1930 yılında ABD’de kongreden geçen “Bitki Patent Kanunu (Plant Patent Act)” ile özel sektör tarafından gerçekleştirilen tüm ıslah ve tescil işlemleri patent koruması altına alınarak bir ticari meta haline dönüştürüldü. Söz konusu 40 sene içerisinde çiftçilerden gelen baskılarla 1970 yılında kabul edilen “Bitki Çeşitliliği Koruma Kanunu (Plant Variety Protection Act)” ile ABD tarım birimi USDA; ıslahçı kurum ve kuruluşlara; üzerinde çalıştıkları tohum çeşitleri ile ilgili 18 ila 20 yıl süreyle ayrıcalıklı pazarlama ve ticari faaliyetle ilgili haklara sahip olmasını sağladı. Ancak bu kanunun iki özel maddesi ile, ticari ıslahçılar ile çiftçiler arasındaki gerilimin bir ölçüde dengeye kavuşması hedeflendi:
1- Çiftçiler kendi üretimleri için tohum alma ve saklama haklarına sahiptir.
2- Patentli çeşitlerin akademik araştırmalarda kullanılmasına izin verilir.
Bu kanun sayesinde, tarihte tohumların gerçek hamisi olan çiftçiler; kendi üretimi için tohumluk ayırmanın yanı sıra kendi tohumlarının verimini artırmak için ıslah çalışmalarına da devam edebildiler. Ancak 1970 yılında kanunda verilen; “çiftçinin bu tohumları başka üreticilere pazarlayabilmesi hakkı”; 1994 yılında kanuna yapılan bir ilave düzenleme ile kaldırıldı ve söz konusu tohumların çiftçiler arasındaki ticareti engellendi. Bu kanun aynı zamanda tohum ıslahçısı firmalara; tohumun diğer rakip firmalar tarafından çoğaltılıp ıslah çalışmalarının yapılamaması güvencesini ve ayrıcalığını kazandırdı.
Söz konusu ayrıcalıklarla tatmin olmayan özel sektör; pozisyonunu ve gıda üzerindeki hâkimiyetini perçinleştirmek adına agresifleşti ve son yıllarda kurulan büyük sermayeli firmalar ile gıda ve tohum üzerine tam bir hâkimiyete kavuşmak için bütün adımları attı. Bu adımlar sırasında; özellikle genetiği değiştirilmiş organizmalar ve diğer yüksek verimli bitki çeşitleri üzerinde söz sahibi olma ve araştırma yapmanın bir “buluş” niteliğinde olduğunu kamuoyunda yaygınlaştırmaya ve pozisyonlarına itibar katmaya çalıştılar. Bu sayede de aslında sadece teknolojik buluşlar ve yenilikler için verilen “Buluş Patenti”nin tohumlar için de verilmesini talep etmeye başladılar ancak ABD kongresi; buluş patentinin bitki ve tohumlara uygulanamayacağı kararını aldı.
2013 yılı itibariyle dünyadaki tescilli/patentli tohumların yüzde 53’ü üç firmanın tekelinde bulunuyor. Dünyadaki tohum piyasasının yüzde 73’ünü on firma kontrol ediyor. [1]
Türkiye’de yasal durum
2006 yılında çıkan 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu ile; ABD’de 1930-1994 yılları arasında yapılan tüm hukuki değişimler Türkiye’de tek bir kanun ile bir seferde tesis edildi.
Söz konusu kanun ile, binlerce yıldır bu topraklarda özgür olarak üretilen; bakanlığın listesinde kayıt altına alınmamış köy çeşitlerinin ticari tohumluk olarak üretilmesi yasaklandı. Kanunu yorumladığımızda, bu çeşitlerin bakanlık envanterine kaydedilmesi ve sonrasında da yeni çeşitlerde ana-baba yani gen kaynağı olarak kullanılmak üzere firmalar, kurumlarca ıslahına izin verilmesi ve sonrasında elde edilen yeni çeşitlerin o tüzel kişiliğin adına tescil edilmesi üzerine onyıllardır geliştirilen global politikaların son yasal ayaklarından biri olarak hayata geçirildiğini söyleyebiliriz. Bu durum; çiftçilerin ticari amaçla tohumluk üretmesini engellemenin yanı sıra yerel tohum ticaretini de yasakladığı için, gıda egemenliğinin, tıpkı ABD’de olduğu gibi firmaların eline geçmesi için zemin hazırladı. Söz konusu kanun; çiftçilerin yerel tohumları yalnızca kendileri arasında ve kendi ihtiyaçları ile sınırlı kalmak üzere ve miktarda veya deneme üretimi amaçlı takas edebilmesine izin veriyor. [2]
Çeşitlilik azalıyor
Yerel çeşitlerin firmaların kontrolüne geçtiği son yüzyılda maalesef biyoçeşitlilik adına insanlığın ve tüm doğanın çok ciddi kayıpları oldu. Ticari ıslah zihniyeti ve tohuma bir patent/buluş metası olarak bakan politikalar; verimli olmayan türlerin ıslahı ve devamı ile uğraşmayıp söz konusu nesillerin sona ermesine dolaylı olarak neden oldular. Örneğin; 1903 yılında ABD’de toplam 544 farklı türde lahana varken; bugün bu sayı yalnızca 28. Yine aynı şekilde mısır çeşitleri bu dönemde 307’den 12’ye inmiş durumda. Kabak 341’den 40’a; domates 408’den 79’a indi. [3]
Bugünkü durumda büyük üreticilerin tamamı; küçük üreticilerin veya aile çiftçilerinin büyük çoğunluğu (neredeyse tamamı), piyasada kalabilmek için verimlilikten vazgeçebilme şansları olmadığı gerçeğiyle, en verimli türlerin peşinde giderek yerel tohumlarını kaybetti veya kaybetme sürecinde. Söz konusu olumsuz gidişte bir umut ise; yerel tohumun yaygınlaşması amacıyla bu konunun savunuculuğuna soyunarak ortaya çıkan çok sayıda grup, sivil toplum kuruluşu, yerel yönetim ve inisiyatif; sürekli olarak farklı coğrafyalarda tohum takas etkinlikleri düzenliyorlar. Ancak bu şenliklere katılanların büyük çoğunluğunun çiftçiler değil, belirli bir entelektüel birikimde ve durumun aciliyetinin farkında olan şehir kökenli insanlar olduğunu düşündüğümüzde; söz konusu kayboluşun devam edeceğini söyleyebiliriz. Ancak sonradan çiftçiliğe giren/girecek olan bilinçli üreticilerle ve bu ürünlerin yerelde pazarlanabileceği gıda topluluklarına ulaştırılması ile bir dönüşümün mümkün olabileceği ihtimalini de unutmamak gerek.
Özgür tohumlu günlerin umuduyla…
[1] ETC Group, Who will control the Green Economy? (Ottowa: ETC Group, December 2011), 22
[2] http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2006/11/20061108-1.htm
[3] Uluslararası Kırsal Gelişim Vakfı (RAFI)
Fotoğraflar: Buğday Arşivi, www.gdoyahayir.net
May 10
Yazı: Ahmet ATALIK / TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı
Dünya tarihi boyunca açlık önemli bir sorun oldu. Ancak, özellikle 1960-1980 yılları arasında yüksek verimli tohumların, tarım ilaçlarının, kimyevi gübrelerin, sulama sistemlerinin ve makine gücünün işin içine girmesi ile tarımsal üretimde büyük artışlar yaşandı ve bu dönem “Yeşil Devrim” olarak anıldı.
Bir süre sonra “Yeşil Devrim”in olumsuz etkileri yaşanmaya başladı. Şirketlerin artan etkinlikleri sonucunda tohumların çeşit sayısı azaldı ve yerel çeşitler yok olmanın eşiğine geldi. Tarım ilaçlarının ve kimyevi gübrelerin kullanımının yaygınlaşması insan ve çevre sağlığını tehdit ediyor. Yanlış sulama uygulamaları her yıl 2 milyon hektar tarım arazisinin tuzlanarak üretim dışında kalmasına neden oluyor. Fosil yakıtlarla çalışan tarım makineleri ve ulaşım araçları sera gazı üretimini hızlandırıyor. Üretim endüstrileşti, ama açlık son bulmadı.
Endüstriyel tarımın bir parçası olan GDO’lu tohumlar, özellikle tarım ilacı kullanımının azaltılması ve üretimin artırılarak açlığın önlenmesi noktasında 1990’lı yılların ortasından itibaren tarımsal üretim sistemine dahil edildi. Bu dönem, kimi çevrelerce “İkinci Yeşil Devrim” ve “Biyoteknoloji Devrimi” olarak adlandırıldı.
AB’nin 2001/18 EC Direktifi’nde açıkça tanımlandığı üzere; “İnsan hariç olmak üzere, doğal yolla gerçekleşmeyecek bir şekilde genetik materyali değiştirilmiş canlıya (bitki, hayvan, bakteri, vs) genetiği değiştirilmiş organizma adı veriliyor.” Laboratuvar ortamında ileri teknoloji kullanılarak üretilen bu tohumların yüzde 85’lik bölümü yabancı ot ilaçlarına tolerans ve haşerelere karşı direnç gösterecek şekilde üretiliyor. Bu kapsamda da bazı toprak bakterilerinin genleri bitkilere aktarılıyor. Ancak bu değişim, doğanın doğal işleyişi içinde meydana gelemiyor. İşte bu noktada GDO’lu tohumlar hibrit tohumlardan ayrılıyor. Zira, hibritleşmeyi doğa kendisi de yapıyor ve biyolojik çeşitlilik bu şekilde ortaya çıkıyor.
Açlığa çare değil!
GDO’lu tohumların dünyadaki açlığa çare olacağı iddia edildi. Ancak, Amerikan üniversiteleri pek çok eyalette kurdukları 8 bin 200 tarla denemesi ile üç yıl süreyle GDO’lu soya ve mısırın verim düzeyini takip etti, GDO’lu soyanın GDO’suzuna göre yüzde 6 ila yüzde 10, GDO’lu mısırın da yüzde 12 daha verimsiz olduğunu, kurak dönemlerde bu kayıpların çok daha yükseldiğini belirlediler. ABD Tarım Bakanlığı’nın 2006 yılında yayımladığı “The First Decade GE Crops in the US” raporunda da belirtildiği üzere, hiçbir GDO verim artışı sağlamamıştı.
Bir bitkinin yaşamsal enerjisi bellidir. Bitki, faaliyetlerini bu enerji çerçevesinde düzenler. Bitkiye aktarılan yabancı genler ile toksin (zehir) üretimi ve tarım ilacına karşı toleransı artırıcı protein üretme işlevi yüklendiğinde bitki bu faaliyetlerini de mevcut yaşamsal enerjisi ile yapmak zorunda kalır. Bu yönüyle de, GDO’lu tohumların daha verimli olabilmesi mümkün olmadı. Bu nedenle GDO’lu tohumların daha verimli olduğu iddiası artık kullanılmamaya başladı.
Tarım ilacı kullanımını artırıyor
GDO severlerin en çok kullandığı iddialardan biri de, tarım ilacı kullanımının azalacağıydı. Buna karşın, ABD Tarım Bakanlığı Ulusal İstatistik Servisi verileri kullanılarak Dr. Charles Benbrook tarafından yapılan ve 1996-2011 yıllarını kapsayan bir çalışmada, GDO’lu tohum kullanan çiftçilerin GDO’suz tohum kullananlara göre 183 milyon kg daha fazla tarım ilacı kullandığı görülüyor. ABD’den sonra GDO’lu tohumla tarım yapan ikinci ülke olan Brezilya’da ise, 2005 yılında hektara kullanılan tarım ilacı miktarı aktif madde olarak 7 kg iken, 2011 yılında yüzde 43,2’lik bir artışla 10,1 kg’a yükseldi. Yabancı ot ilacı kullanımı 2006 yılında 279 bin tondan yaklaşık yüzde 44’lük artışla 2011 yılında 404 bin tona yükseldi. Haşere ilacı satışları da aynı yıllar için 93 bin tondan 171 bin tona yükselerek yaklaşık yüzde 84’lük artış gösterdi. GDO’lu tohumlar yayıldıkça Brezilya dünyada en büyük tarım ilacı pazarı haline geldi.
GDO’lu tohumları da üreten altı çokuluslu şirketin tohum pazarındaki payına baktığımızda tarım ilacı kullanımının azalmasının çok da mümkün olmadığını görüyoruz. Bu şirketlerin küresel tohum pazarındaki payı yüzde 63; sadece üçünün küresel pazar payı, yüzde 55. Bu altı şirketin tarım ilacı pazarındaki payları ise yüzde 75 ve sadece üçünün payı yüzde 51. Bu oranlar, söz konusu şirketlerin hem tohum hem de tarım ilacı sektöründe tekel konumunda olduğunu gösteriyor. Tüm çabaları da, GDO’lu tohumları aracılığıyla patent süresi biten tarım ilaçlarında çiftçinin kendilerine olan bağımlılığını devam ettirmek.
Bulaşıcı genler
GDO’lu tohumların en önemli olumsuzluklarından biri de çevreye gen kaçışı. GDO’lu tohumla mısır üretilen bir tarlanın çevresindeki GDO’suz mısırların da tozlaşma yoluyla genetiği değişiyor. Ayrıca GDO’lu kanoladan yabani akrabası hardala gen kaçışı olduğu akademik çalışmalarla tespit edilmiş durumda. Bu konu özellikle biyolojik çeşitlilik ve gıdanın devamlılığı açısından önem taşıyor. Diğer yandan bu GDO’lu yabani akrabalar tarlaya kadar indiklerinde süper yabancı ot olarak karşımıza çıkıyor ve GDO’lu tohumun yanında verilen tarım ilacı ile yok edilemiyorlar.
Sağlığa etkisi
GDO’nun gıda güvenliği konusunu doğrudan ilgilendiren ve en çok tartışılan yanı ise insan sağlığına etkisi. Bir kısım bilim insanı GDO’lu gıdaların son derece sağlıklı olduğunu, kaşıntı bile yapmadığını savunuyor olsa da, çokuluslu şirketlerle çıkar ilişkisi içinde olmayan bazı bilim insanlarının GDO’lu yem ile gerçekleştirdikleri hayvan besleme deneylerinin sonuçları oldukça düşündürücü.
Avusturya Viyana Üniversitesi’nden Velimirov ve arkadaşlarının GDO’lu mısırla yaptıkları fare besleme çalışmasında, üçüncü nesilden sonra fareler kısırlaştığından üreme gerçekleşemedi ve çalışma devam ettirilemedi.
Malatesta ve arkadaşları, GDO’lu soya ile besledikleri farelerin karaciğer, pankreas ve testis fonksiyonlarında bozulmalar tespit ettiler.
Seralini ve arkadaşları GDO’lu mısırla besledikleri farelerin; kanlarındaki trigliserit miktarının yüzde 24-40 arttığını, karaciğerlerinde büyüme, beyinlerinde küçülme olduğunu, vücut ağırlıkları artarken böbrek parametrelerinin bozulduğunu, dişi farelerin kan şekerlerinin yüzde 10 yükseldiğini saptadı.
İtalyan Cattolica S. Cuore Üniversitesi’nden Mazza ve arkadaşları GDO’lu yemle besledikleri hayvanların kan, karaciğer, dalak ve böbreklerinde GDO’lu genlere rastladılar.
Tudisco ve arkadaşları, GDO’lu soya ile besledikleri tavşanların böbrek ve kalp enzim fonksiyonlarının bozulduğunu gözlemledi.
Türkiye’de yapılan araştırmalarda da benzer sonuçlar elde edildi. Hacettepe Üniversitesi’nden Prof. Akay ve Araştırma Görevlisi Kılıç, GDO’lu yemle gerçekleştirdikleri hayvan besleme çalışmasında farelerin sindirim sistemi, karaciğer ve böbreklerinde tahribat saptadılar. Giresun Üniversitesi’nde de 2015 yılında yayımlanan ve GDO’lu yem ile hayvan besleme konusunu değerlendiren iki yüksek lisans tezinde de aynı bulgulara dikkat çekildi.
Catania Üniversitesi’nden Agodi ve arkadaşlarının marketlerden topladıkları 12 markaya ait 60 süt örneği üzerinde yaptıkları çalışmada, her dört örnekten birinde GDO’lu mısır veya soyaya ait gen parçaları tespit edildi, pastörizasyon işleminin dahi GDO’yu parçalayamadığı belirtildi.
Kanada’da Sherbrooke Üniversitesi’nden Prof. Aris ve Prof. Leblanc; kadınların kan örnekleri üzerinde yaptıkları bir çalışmada, GDO’lu gıdalarla beslenen kadınların-hatta bu çalışmada yer alan 30 hamile kadının doğmamış bebeklerinin kanında dahi bitkilere aktarılmış olan bakterinin zehrini tespit ettiler.
Fransa’da Rouen ve Caen Üniversiteleri’nden bir grup bilim insanının Prof. Seralini başkanlığında yaptıkları çalışmada, GDO’lu ürünlerle kullanılan glifosatın (yabancı ot ilacı aktif maddesi) çok düşük düzeylerde bile insan hücresinde tahribata yol açtığını ortaya kondu.
Lappe ve arkadaşları, kansere karşı direncimizi artıran isoflavonların GDO’lu soyalarda yüzde 12-14 daha az olduğunu, kalp sağlığı için yararlı fitoöstrojen konsantrasyonun ise daha düşük miktarda bulunduğunu ortaya çıkardı.
Shewmaker ve arkadaşları, yağ içeriğindeki A vitamini kapsamını artırmak amacıyla genetiğiyle oynanan kanolanın, GDO’suz kanola ile kıyaslandığında, E vitamini içeriğinin son derece azaldığı ve yağ bileşiminin değiştiğini saptadılar.
ABD Kaliforniya Salk Enstitüsü, Hücre Nörobiyolojisi Laboratuarı Başkanı Prof. David Schubert, “Genetiği değiştirilmiş gıdaların insanların sağlığını bozduğuna dair hiçbir kanıt yok, bu gıdalar güvenli söylemi son derece mantıksızdır ve doğru değildir. Bu görüşü doğrulayan hiçbir veri yoktur. Doğru dürüst epidemiyolojik çalışmalar olmaksızın pek çok zarar saptanamaz. Bu yönde de hiçbir çalışma yapılmamıştır” diyor.
UC Berkeley Üniversitesi Mikrobiyal Ekoloji Laboratuvarının kurucusu Prof. Dr. İgnacio Chapela’nın, Boğaziçi Üniversitesi’nin davetlisi olarak Haziran 2016’da verdiği konferansta söyledikleri ise GDO’ların risklerinin dikkate alınmadığını ortaya koyuyor: “Akademik kurumlar olarak test kısmını atladık ve GDO’lu ürünleri test etmeden kamuoyuna sunduk. GDO’lu ürünler insanlar üzerinde neredeyse hiç denenmedi, ama yine de bu araştırmalara her baktığımızda problemler ile karşılaşıyoruz”.
Çokuluslu şirketleri besleme projesi
Sonuç olarak, endüstriyel tarımın insan ve çevre sağlığı üzerine olumsuz etkilerini hafifletmek üzere piyasaya sürülen GDO’lar endüstriyel tarımın bir devamı. Sorunları çözemediği gibi yeni sorunlar yaratıyor. Bu yöntemler; dünyadaki açları değil, çokuluslu şirketleri besleme projesi, çiftçileri tohum ve tarım ilacı kapsamında sadece birkaç çokuluslu şirkete bağlama projesi, dünyadaki açlığa ya da tokluğa sadece birkaç çokuluslu şirketin karar verme projesi, tüm insanlığı birkaç çokuluslu şirketin yönetmesi projesi, biyolojik çeşitliliğin azaltılması, tek bir ürünün geniş alanlarda yetiştirilmesi (monokültür) projesi, tüm insanlığın ve tabiatın kobay olarak kullanılması projesi ya da bilimin ticarileştirilmesi ve gerçeklerin üzerinin örtülmesi projesi olarak nitelendirilebilir.
İnsan ve hayvan sağlığı ile biyolojik çeşitliliğin, dolayısıyla gıda güvenliğinin korunması açısından tüm veriler, insanoğlunun GDO’lu tohumlardan, bunlarla üretilmiş tarım ürünlerinden ve gıdalardan, GDO’lu yemle beslenmiş hayvansal ürünlerden uzak durması gerektiğini gösteriyor. Bunu sağlayabilmek için de başta GDO’ya Hayır Platformu olmak üzere meslek odalarına, derneklere ve çevre örgütlerine büyük sorumluluklar düşüyor.
Fotoğraflar: non-gmoreport.com, naturalnews.com, yesilgazete.org
May 03
Yazı: Oya Ayman
Gıda güvenliğinin sağlanması için yeterli miktarda besleyici gıdanın, herkes için ve her yerde, fiziksel ve ekonomik olarak erişilebilir olmasını sağlamak gerekiyor. Gıda üretimine dair bilgiler bize, ekosisteme ve sağlığa dair maliyetleri de hesaba katarak, gıdanın gerçek maliyetleri hakkında daha fazla şey öğrenmemiz gerektiğini hatırlatıyor.
Bu maliyetlerin farkında olan kişi, kuruluş ve topluluklar gıda üretimi, dağıtımı ve tüketiminde ekolojik, adil, yerel ve katılımcı sistemler oluşturarak, söz konusu çevresel ve sosyal maliyetleri azaltabilecek örnekler oluşturuyor.
Asit yağmurlarından, zirai ilaçlardan, kuraklıktan, selden, hastalıklardan, zamansız esen rüzgârdan, ağır metallerden, kirlenmiş toprak ve sudan, moleküllerini ayırıp yeniden birleştiren makinalardan, bir sürü katkı maddesi arasından sıyrılıp kilometrelerce uzaklardan taşınarak sofralarımıza gelen yiyecekler, gerçekten “gıda” mıdır? Gıdanın önündeki “gerçek” tanımına neden ihtiyaç duyuyoruz? Bazı gıdalar gerçek olmadığı için mi? O zaman gıda nedir? Gıda, TDK sözlüğünde, “Besin; yenilebilir, beslenmeye elverişli her tür madde; yaşamak, varlığını sürdürmek için gerekli şey” olarak tanımlanıyor. Bu tanıma göre, yiyebildiğimiz her şeyin gıda olduğunu iddia etmek pek mümkün görünmüyor. Çünkü bu tanım; zirai ilaçlarla, ağır metal içeren sulama sularıyla yetiştirilmiş bir bitkinin veya hormonlarla büyütülmüş bir tavuğun ne kadar besleyici olabileceğini, fabrikalarda yüksek sıcaklıklara maruz bırakılarak homojenize edilmiş bir karışımın, varlığımızı sürdürmemiz için gerekli olup olmadığını sorgulamamızı gerektiriyor. Bitkisel ya da hayvansal bir ürün, bütün bu maceralardan yara almadan, sakatlanmadan hatta ölmeden soframıza geldiğinde gerçek anlamıyla “gıda” oluyor.
Artık pek çoğumuz gıdamızı yetiştiremediğimize göre, tarladan ya da meradan sofraya kadar geçen uzun mesafede gıdanın güvenliği nasıl sağlanacak? Gıdanın kirlenmeden, bozulmadan, besleyici değerini kaybetmeden bize ulaşması nasıl mümkün olabilir?
Bu ve bunun gibi soruların yanıtları gıda güvenliğinin alanına giriyor. Gıda güvenliği, amaçları doğrultusunda üretildiğinde veya tüketildiğinde gıdanın tüketiciye zarar vermeyeceği durumu/süreci ifade ediyor. Beslenmeye elverişli bitkilerin ya da hayvansal ürünlerin bozulmadan sofraya gelişi güvence altına alındığında gıda güvenliği sağlanmış oluyor. Bu açıdan baktığımızda tezgâhlarda bize sunulan ürünlerin ne kadarının gıda olup olmadığını bilmek, tarladan sofraya bütün üretim süreçlerinin izlenmesiyle mümkün. Çiftçiden aracıya, gıda işleyen fabrikanın yönetici ve çalışanlarından gıda ambalajı üreticisine ve son alıcıya kadar, bu süreçte yer alan her kişi ve kurum gıdanın güvenliğinden sorumlu. Gıda güvenliğinin sağlanması için, gıdalarda olabilecek fiziksel, kimyasal, biyolojik her türlü zararın bertaraf edilmesi gerekiyor. Ancak, gıdanın kilometrelerce mesafe kat ederek tabağımıza ulaştığı günümüzde bu tedbirlerin alınması yeterli değil. Gıda güvenliğinin sağlanmasının yanı sıra istikrarlı erişiminin de garanti altına alınması gerekiyor. Küresel Gıda Güvenliği Endeksi’ne göre, gıda güvenliğinin sağlanması için dört unsurun yerine gelmesi gerek: Bulunabilirlik, erişebilirlik, kalite/güvenilirlik ve istikrar. Endeks’e göre, gıda güvenliğini en iyi sağlayan ülke ABD. Onu İrlanda ve Singapur izliyor. Türkiye ise 113 ülke arasında 45’nci sırada yer alıyor.
9 kişiden biri açlık çekiyor, 3 kişiden biri sağlıklı beslenemiyor
Yeterli ve güvenli gıdaya erişim en temel insan haklarından biri. Ancak Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü FAO’nun verileri, günümüzde yaklaşık 800 milyon insanın aç olduğunu, yani gıdaya erişemediğini ortaya koyuyor. Dünyada her 9 kişiden biri açlık çekerken, yetersiz beslenen her 5 kişiden biri iyi yönetilemeyen, ölüm ve hastalıklara her an açık, kriz ortamlarında yaşıyor.
Ancak söz konusu araştırma sadece gıdaya erişim değil, “güvenliği sağlanmış gıdaya erişim” dikkate alınarak yapılsaydı yetersiz beslenenlerin sayısı çok daha artardı. 2016 Küresel Beslenme Raporu’na göre, dünyada her üç kişiden biri yeterli ve sağlıklı beslenemiyor. Yani yedikleri beslenmeye elverişli değil.
Örneğin ABD, günümüzde gıdaya erişimin en yüksek düzeyde olduğu ülkeler arasında yer alıyor ama yetersiz beslenmeyi tetikleyen obezite ülkenin en önemli sorunları arasında… Bunun en önemli nedenlerinden biri, katkı maddeleri ile şeker, yağ ve karbonhidrat yüklü işlenmiş ürünler. Raflardaki ürünlerin tam anlamıyla “gıda” olup olmadığı nedense pek sorgulanmıyor. Küresel Beslenme Raporu da aynı soruna dikkat çekiyor: “Yüz milyonlarca kişi yetersiz beslendikleri için aşırı kilolu; kanlarında da çok fazla şeker, tuz ve kolestrol var.” Söz konusu yetersiz beslenme sorunları ise tamamen gıda güvenliğinin sağlanamamasından kaynaklanıyor.
Gıda güvenliğine yönelik tehditler
Yeditepe Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Artemis Karaali’nin “Gıda Sektöründe Sürdürülebilirlik” konulu araştırmasına göre gıdanın sürdürülebilirliğini engelleyen unsurlar, aynı zamanda gıda güvenliğini de tehdit ediyor:
“Tarımda aşırı kimyasal kullanılıyor, doğa sadece insan ihtiyaçları için sömürülüyor, uzun süre dayanması için gıda katkı maddeleri kullanılıyor, yiyecek ambalajları çöpe dönüşüyor, kıtalarararası gıda ulaşımı için petrol harcanıyor, gıdalar yolda telef oluyor, aracılar ve uzaklıklar nedeniyle ürün maliyetinin kat be kat üzerinde satılan ürünler tüketicinin ekonomik gücü yeterse alınıyor, sağlıksız gıdalar uzun süre bekletme ve hatalı pişirme yöntemleri nedeniyle israf edilerek tüketiliyor.”
Bu sorunlara ayrıca aracılar nedeniyle tüketicinin ödediği paranın çiftçiye gelir olarak yansımıyor oluşu, GDO’lar, gıda ulaşımı kaynaklı sera gazı salımı, iklim değişikliği kaynaklı kuraklık ve sellerin yol açtığı zararı da eklersek gıda güvenliği üzerindeki tehditler tablosunun ne denli kalabalık olduğu ortaya çıkar. Dünya genelinde yılda 3,5 milyon tondan fazla pestisit kullanılıyor. Öyle ki, masum ve sağlıklı bilinen elmaya bile, soframıza gelene kadar 11 kez zehir atılıyor. Bu kimyasallar arttıkça ortaya çıkardıkları sağlık ve çevre riskleri de artıyor. Örneğin, Dünya Sağlık Örgütü tarafından “son derece tehlikeli”, “yüksek seviyede tehlikeli” ve “muhtemel kanserojen” olarak belirlenen 9 etken madde Türkiye tarımında hala kullanılıyor.
Hacettepe Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölümü öğretim üyeleri Prof. Dr. Ümran Uygun ile Prof. Dr. Hamit Köksel, “Gıda Güvenliğini Tehdit Eden Kimyasallar” başlıklı çalışmada, bu kimyasallardan bazılarını şöyle sıralıyorlar: Bitki koruma ürünlerinin kalıntıları, doğal toksik maddeler (mikotoksinler, bitki toksinleri vb.), işleme sırasında oluşan toksinler (akrilamid, heterosiklik aromatik aminler, furanlar vb.), gıda alerjenleri, ağır metaller (kurşun, arsenik, cıva, kadmiyum vb.), endüstriyel kimyasallar (dioksinler, benzen, perklorat vb.), ambalaj materyallerinden geçen maddeler ve hile amaçlı katılan maddeler (melamin vb.).
Bütün bu kimyasal bombardımanında gıda güvenliğini sağlamak oldukça zor… Örneğin tarımda kullanılan pestisitler ile suni gübreler, toprağın fakirleşmesine ve su varlığının kirlenmesine yol açabildiği gibi, soluduğumuz havayı da kirletiyor; dolayısıyla sadece gıdalardan değil, havadan da zehirlenme riski yaratıyor. Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Nafiz Delen, yüksek buharlaşabilme yeteneğine sahip pestisitlerin, uygulandıktan sonra yüzde 80-90 oranında buharlaşarak havaya karışabildiğini söylüyor ve ekliyor: “Bu durum, soluduğumuz havanın yoğun biçimde kirlenmesine yol açabildiği gibi, hastalıklarla, zararlılarla ya da yabancı otlarla kimyasal savaşımda etki düşüklüğüne neden olabilir. Örneğin, herbisit karakterdeki trifluralin, toprağın 7,5 cm derinliğine karıştırılmış olsa bile, 90 gün süreyle, uygulanan miktarın yüzde 3,4’lük bölümü havaya karışmaya devam eder. Havaya karışan pestisitler yağmurla yeryüzüne dönerek toprağı, suyu hatta tarım ürünlerini kirletebilir.” Delen, havanın pestisitler de dahil olmak üzere, kimyasal maddelerle kirlenmesinin insanlarda, özellikle de çocuklarda solunum, kalp-damar, kan, sinir, üreme ve immünolojik hastalıklar ve endokrin sistemi bozuklukları, hatta akciğer kanserleri gibi sağlık sorunlarına yol açabileceğini söylüyor.
Uygulandığında sadece %2’si hedef organizmaya giden , geri kalan %98’i ise havaya, suya ve toprağa karışan pestisitler, aynı zamanda bitkilerin tozlaşabilmesi için ihtiyaç duyduğumuz arı, böcek ve kuşların azalmasına da neden oluyor ve gıdanın sürdürülebilirliğini tehdit ediyor.
Doğadan uzaklaştıkça katkı maddeleri artıyor
Gıda güvenliği konusunda en önemli sorunlardan biri de gıdaların işlenmesi sırasında uygulanan yöntemler ve katkı maddeleri.
Katkı maddeleri hayatımıza o kadar hızlı girdi ki, bunların gerçek mi yoksa suni mi olduğunu sorgulama ihtiyacı bile duymadık. Eskiden ne sütteki antibiyotik sorgulanırdı, ne de tavuktaki hormon. Sebzeler, meyvelerde kalıntı diye bir şey yoktu. Kimse yediği öğünlerin besleyici değerini sorgulamazdı, çünkü onlar gerçekten gıdaydı.
Gıdadan ve onu yetiştiren çiftçiden, üreticiden o kadar uzaklaştık ki, tabağımıza gelene kadar geçen sürede bozulmasını önlemek için mühendislerin laboratuvarlarda ürettiği katkı maddelerine ihtiyaç duyuyoruz. Turşu kurmadan kurutmaya, tarhanadan konserveye kadar geleneksel saklama ve koruma yöntemlerini ise çoğumuz ya bilmiyoruz ya da koca bir endüstriye teslim etmiş durumdayız.
Gıda adı altında rafları kaplayan ürünlerin içinde raf ömrü uzasın, kıvamı yerinde olsun ya da güzel görünsün diye, tanımadığımız pek çok kimyasal ve katkı maddesi var: Tatlandırıcılar, lezzet artıcılar, kıvam artırıcılar, renklendiriciler, koruyucular, asit oranı düzenleyenler, topaklanmayı önleyenler ve daha pek çok laboratuvar ürünü… Örneğin, işlenmiş veya yüksek glisemik indeksli gıdalarda bulunan nişastalı karbonhidratlar, yüksek şeker içerikleri nedeniyle aşırı insülin salgılanmasını uyarıyor ve bu da hipoglisemi dediğimiz kan şekeri düşüklüğüne neden oluyor. Blue 1, Red 40, Yellow 6 gıda boyalarının bazı bireylerde alerjiye neden olduğu bildiriliyor. Sosis, salam, sucuk ürünlerinde kullanılan sodyum nitrit ile tavuk çorba bazlarında ve sakızlarda bulunan propil galatın ise kanserle ilişkisi olduğu belirtiliyor. Journal of Toxicology’de yayımlanan bir araştırmaya göre, taranan 1500 gıda katkı maddesinden 31’i potansiyel olarak östrojeni taklit ediyor. Bu zenoöstrojenler, sperm sayısını azaltıyor, kadınlarda meme kanseri riskini artırıyor ve hormon düzensizliklerine neden olarak gösteriliyor.
Gıdadan geriye kalan…
Gıda işlemede kullanılan yöntemler son derece karmaşık; pastörizasyon, sterilizasyon, homojenizasyon, dondurma, UHT vb… Bu yöntemlerden sonra geride kalan şey gerçek anlamıyla gıda mı, sorgulamak gerekiyor.
National Geographic Türkiye’nin 2012 yılında bilim insanlarının katkısıyla yayımladığı Gerçek Gıda rehberine göre, rafinasyon gibi bazı işleme yöntemleri gıdaların besin değerini azaltıyor. Örneğin, öğütme ve kabuk soyma, lif oranını azaltıyor, yüksek ve uzun süreli ısıl işlemler ise protein kalitesini etkiliyor. Kepeğinden ve özünden ayrılmış tahıllar da besleyici değerinden kaybediyor. Araştırmalar zeytinyağı rafinasyonundan sonra zeytinyağının demir ve fosfor, E vitamini ve diğer yağda çözünen vitamin oranlarında azalma olduğunu, dolayısıyla besin değerlerinin azaldığını ortaya koyuyor.
Değiştirilen genler, iklimler ve tohumlar
Verimlilik ve daha fazla ürün yetiştirme iddiasıyla geliştirlen genetiği değiştirilmiş ürünler de hem gıda güvenliği hem de gıda güvencesi açısından ciddi bir tehdit oluşturuyor. Hibrit ve laboratuvar ortamında üretilen GDO’lar doğadaki gen kaynağımız olan yerli/yabani ırklarla tozlanarak biyolojik çeşitliliği ve ekosistemi tehdit ediyor. İnsan sağlığı ve ekosistem/doğa üzerindeki olası etkileri, uzun yıllara dayanan araştırmalar yapılmadan kullanıma sunulan GDO’lu tohumlarla dünyamız ve insanlık, rızası olmadan denek olarak kullanılıyor.
Tarımsal üretimde yüzde 16’lık bir azalmaya yol açacağı öngörülen iklim değişiklikleri; dayanıklı yerel tohumlar yerine verimlilik adına kullanılan, ancak sadece tarım ilaçları ve suni gübrelerin desteğiyle meyve verebilen hibrid tohumlar; doğanın işleyişini gözlemleyerek hareket eden küçük ölçekli, geleneksel çiftlik modellerinin giderek yok olması da gıda güvenliğinin önündeki tehditler arasında…
Gıda tüketimi nüfustan hızlı artıyor
İnsanın iflah olmaz iştahı sonucu, gıdaymış gibi gösterilen ürünler rafları doldururken, gerçek gıdaya ulaşım giderek zorlaşıyor. Araştırmalar daha fazla gıdaya gereksinim duymamızın tek nedeninin nüfus artışı olmadığını gösteriyor. Dünya genelinde -özellikle de Çin ve Hindistan’da yaşanan refah artışıyla- et, süt ve yumurtaya yönelik artan talep paralelinde, daha fazla büyükbaş hayvan, domuz ve tavuğu beslemek üzere, daha fazla mısır ve soya fasulyesi yetiştirme baskısı da artıyor.
Türkiye’de de hayvansal protein talebi nüfusa oranla daha hızlı artıyor. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, 2002’de 420 bin ton kırmızı et üretilirken, 2013’te bu sayı 996 bin tona yükseldi. Türkiye nüfusunun 2002’de 65 milyonken, 2013’te 77 milyona ulaştığı göz önüne alındığında, et üretiminin nüfusa göre ciddi bir artış gösterdiği ortaya çıkıyor. 11 yılda et üretimi yüzde 100’den fazla artış gösterirken, nüfus sadece yüzde 18 arttı.
Bir yanda daha fazla kimyasal, hibrid tohumlar, GDO’lar ve katkı maddeleri ile daha fazla gıda üretimi destekleniyor, diğer yanda her yıl 1,3 milyar ton gıda israf ediliyor. Bu israf nedeniyle ekili tarım arazilerinin yüzde 28’inde yapılan tarım boşa gidiyor. Türkiye’de de durum farklı değil. Ülkemizde tüketilen sebze ve meyvenin yaklaşık dörtte biri, tüketim merkezlerine ulaşamadan zayi oluyor.
National Geographic dergisinde yayımlanan bir araştırmaya göre, bu tüketim alışkanlıklarıyla devam edersek, nüfus artışı ve daha zengin beslenme tarzlarının oluşturduğu çifte darbe sonucu, 2050 yılına kadar, yetiştirdiğimiz ekin miktarını yaklaşık iki katına çıkarmamız gerekecek.
Sorunun daha fazla yiyecek üretmek olmadığı aşikâr. FAO’nun da belirttiği gibi, açlık ya da yetersiz beslenmenin nedeni, gıda üretiminin miktarıyla ilgili değil. Sorun, tüketim alışkanlıklarımız, gıdanın dağıtımı ve üretilenlerin çok ama gerçek gıda olmamasından kaynaklanıyor. Rafların besleyicilikten uzak yiyeceklerle dolu olması, ne gıda güvenliğini ne de yetersiz beslenme sorununu hafifletiyor. Üstelik daha fazla yiyecek üretme telaşı daha fazla kimyasal, daha fazla kirli toprak ve su anlamına geliyor –ki bu da gıda üretiminin devamlılığı açısından büyük bir sorun teşkil ediyor.
Gerçek gıdaya erişmek lüks değil hak!
Sorunun çözümü, beslenme alışkanlıklarımızı ve ihtiyaçlarımızı gözden geçirerek gıda üretim ve erişim stratejilerini değiştirmemizde saklı. İbreyi daha fazla gıda üretiminden, güvenli gıda üretimine döndürmek gerekiyor.
Bu dönüşümü sağlamak elbette kolay değil. Yine de artık bir sanayi ve mühendislik alanı olan gıdanın, zararlı kimyasallar, katkı maddeleri ve işlemlerden arındırılıp, güvenliği sağlanarak sofralarımıza ulaşması mümkün…
Üstelik sanıldığının aksine doğal ürünlerin maliyeti konvansiyonel ürünlerden daha düşük ve gerçek gıdaya erişmek bir lüks değil bir hak…
“Ekolojik gıda daha pahalı” söylemleri gerçeği yansıtmıyor. Evet, doğa dostu yöntemlerle üretilen gıdaların parasal maliyeti (üretim azlığı, emek yoğun üretim, depolama, lojistik maliyetler vs nedeniyle) yüksek olabilir. Ancak parasal olarak ölçülebilen maliyetler büyük bir yanılgıyı da beraberinde getiriyor. Çünkü çevresel maliyetler, etiketlere yansımıyor.
Konvansiyonel olarak yetiştirilen ürünlerde gerek yetiştirme, gerek depolama, gerekse işleme süreçlerinde kullanılan kimyasalların toprakta, suda ve canlılarda neden olduğu tahribatın maliyetini kimse ödemiyor. Yıllarca yüksek verim almak için yoğun tarım yapılan bir toprağın fakirleşerek, tarım arazisi olarak kullanılamayacak duruma gelmesinin hesabını çiftçiden başka kimse ödemiyor. Suni gübrelerin yol açtığı su kirliliği, pestisitlerin neden olduğu biyolojik katliam ve sağlık sorunlarının maliyetleri hesaplanamayacak denli yüksek.
Ülkemizde sadece hayvan yemi olarak kullanımına izin verilmiş olsa da, GDO’ların tozlaşma yoluyla biyolojik çeşitliliğe verdiği zarar ve taşıdıkları sağlık risklerinin maliyetlerini hesaplayabilmek neredeyse imkânsız. Çünkü geri dönüşü olmayan zararlar söz konusu.
Gıda sistemleri yeryüzündeki toplam sera gazı salımlarının yüzde 19-29’undan sorumlu. O zaman sera gazı salımları sonucu ortaya çıkan iklim değişikliğinin yol açtığı kuraklık ve seller nedeniyle ziyan olan tonlarca gıdanın ve ortaya çıkan zararın sorumlusu da bu yaygın gıda sistemleri…
Gıdamız için gerekli toprak ve suyun giderek kirlenmesi; suni gübreler, yoğun hayvancılık ve gıda taşımacılığı gibi nedenlerle iklimlerde yaşanan değişikliklerin neden olduğu zararlar da gıda fiyatlarına yansımıyor.
Dünyada tüketilen suyun yüzde 75’i tarımda kullanılıyor. Heinrich Böll Vakfı’nın Et Atlası Raporu’na göre, bir kilo kırmızı et üretimi için 15 bin 455 litre su gerekiyor. Bu miktarda su; yem, ilaç, kimyasal üretimi, kesim, saklama, soğutma ve ulaştırma için kullanılıyor. Bitkisel üretim için harcanan su ile ilgili veriler de şaşırtıcı rakamlar içeriyor; waterfootprint.org verilerine göre, bir kilo pirinç için 3 bin 400 litre, bir kilo pamuk için 2 bin 700 litre, bir kilo makarna için 1900 litre su gerekiyor.
Dünyada da durum farklı değil. Brezilya’nın Amazon bölgesinde 1,2 milyon hektardan daha büyük bir alan hayvan beslenmesinde kullanılan soya üretimi için yok edilmiş durumda. Hayvan beslenmesinde kullanılan soya ve mısır tarımı için yakılan ormanların yol açtığı çevresel yıkımın maliyeti ise hesaplanamasa da iklim değişikliklerinin yol açtığı maliyetlere eklenebilir.
Bütün bu verileri dikkate aldığımızda ortaya çıkan gerçek şu: Beslenme konusunda yaptığımız tercihlerde, sadece damak keyfimiz ve sağlığımız için değil, gezegenin ve gıdanın geleceği için de karar veriyoruz.
Verimlilik yerine onarıcı tarım ve çeşitlilik
Nüfus artsa da dünyada var olan tarım arazilerinde doğa, iklim ve çiftçi hakları gözetilerek, aynı zamanda gıda güvenliği sağlanarak gıda yetiştirmek ve üretmek mümkün. Kimyasalların tarımsal verimliliği artırdığı ve bunun için vazgeçilmez olduklarına dair iddialar gerçeği yansıtmıyor. Örneğin, World Watch Magazine’de yayınlanan bir araştırma, ABD’de 1950’li yıllarda böceklerin neden olduğu yıllık ürün kaybı yüzde 7-8 civarında iken, bu oranın günümüzde yüzde 12-13’ler düzeyine ulaştığını belirtiyor. 1950’li yıllara kıyasla, kullanılan pestisit miktarı 10 misli artmasına rağmen böcekler yüzünden kaybedilen ürün miktarının iki katına çıkmış olması, pestisitlerin etkisini ya da daha doğru tabirle, etkisizliğini gözler önüne seriyor.
Her ne kadar bugün yaygın olan konvansiyonel üretim sistemleri tersini iddia etse de, araştırmalar ve uygulanan ekolojik yöntemler, toprağı beslemeyi ve zenginleştirmeyi temel alan onarıcı tarım ile birlikte yerel üretim ve kullanımla gerçek gıdaya erişimin mümkün olabileceğini gösteriyor. Üstelik herhangi bir çevresel maliyete yol açmadan…
Türkiye Ziraat Odaları Birliği’ne göre, sadece tarım arazilerinden her yıl kaybedilen toprak miktarı 500 milyon ton. Oysa konvansiyonel tarımda yabani ot öldücürüler yüzünden yok edilen yer örtücüler, doğa dostu tarımda toprağı erozyondan korumak için kullanılıyor. Yer örtücüler, suyun toprağın verimli tabakasını alıp götürmesini engellediği gibi, toprağı besleyerek iyileştiriyor. Ayrıca ekolojik tarımda zirai ilaç ve sentetik gübrelerin kullanılmaması da, toprağın kirlenerek fakirleşmesini engelliyor. Bunlar, doğanın sürdürülebilirliğini gözeten yöntemlerden sadece bir kaçı.
Doğa dostu yöntemlerin desteklediği, çeşitliliğin yoğun olduğu tarım alanlarında verimlilik, konvansiyonel üretimin desteklediği monokültür ekim yapılan tarım alanlarındaki verimlilikten yüzde 100 daha fazla. Rodale Enstitüsü’nün 30 yıl süresince yaptığı denemeler, toprak sürülmeden yapılan üretimde ekolojik tarım ile konvansiyonel tarım arasında bir verim farkı olmadığını gösteriyor. Üstelik doğa dostu yöntemlerle üretilen gıdalar konvansiyonele göre daha besleyici. Food Standarts Agency verilerine göre ekolojik gıdalarda protein yüzde 12,7; beta-karoten yüzde 53,6; çinko yüzde 11,3 daha fazla. AB verilerine göre, ekolojik yeşil sebze ve meyvelerdeki C vitamini yüzde 90 daha yüksek.
Konvansiyonel üretimde verimliliğin ve nüfusun beslenmesi için tarım arazilerinin artması gerektiği iddia edilirken, Türkiye’de verimli bazı tarım arazilerinin tarım dışı amaçlarla kullanılmasına izin verilebiliyor. TÜİK verileri, Türkiye’nin 18 yılda, işlenen tarım alanının 3 milyon hektarını kaybettiğini gösteriyor. Hayvanlara GDO’lu yem yedirmek yerine, otlayabileceği yüzbinlerce hektar mera arazisinde ise işlemeli tarım yapılıyor.
Doğa dostu üreticiyi destekleyen türeticiler
Tarım politikalarının, çevresel maliyetlerin gözetildiği ve doğanın sürdürülebilirliğinin esas alındığı doğa dostu yöntemlere doğru evrilmesinde, üreticiler kadar tüketicilere de sorumluluk düşüyor.
Gıda güvenliği üzerindeki tehditler arttıkça gerçek gıdaya ulaşma yolundaki çabalar da artıyor. Üretiminde doğanın işleyişini gözlemleyerek hareket eden, küçük ölçekli, geleneksel çiftlik modellerini desteklemek gıda güvenliğinin sağlanmasında önemli rol oynuyor. Örneğin, Türkiye’de 1999 yılında ekolojik gıdalar sadece birkaç doğal ürün dükkânında bulunabiliyordu. Aradan geçen 20 yılda doğal ürün dükkânlarının sayısı onlarla ifade edilirken, bu ürünler marketlerden, internetten veya sayısı giderek artan ekolojik pazarlardan edinilebiliyor.
Yanı sıra toprakla daha yakın olmak ve gıdasının bir bölümünü de olsa kendi yetiştirmek isteyenler, balkon ya da hobi bahçelerinde küçük bostanlar kuruyor. Büyük kentlerin yakınlarında halen küçük çapta çiftçilik yapanlarla anlaşan kentliler, çiftçileri destekleyen organizasyonlar kurarak gıdasının bir bölümünü bu çiftliklerden temin ediyor.
Ya da doğa dostu üretim yapan çiftliklerin yayımladığı sipariş listelerinden gerçek gıdaya ulaşmaya çalışıyor.
Doğa dostu yerel ürün üreticilerini doğrudan destekleyen modelleri hayata geçirerek tüketicilikten türeticiliğe geçiş mümkün. Ancak mutfağımıza giren her ürünü bu çiftlik ya da üreticilerden edinmek herkes için mümkün olmayabilir. Ürünlerin etiketini doğru okumak, içinde ne olduğunu anlamadığımız yiyeceklerden uzak durmak ve olabildiğince evde üretmek de gıdamızın güvenliği açısından önemli.
Ne yediğini bilme hakkı
Gıda güvenliğinin sağlanması için yeterli miktarda besleyici gıdanın, herkes için ve her yerde, fiziksel ve ekonomik olarak erişilebilir olmasını sağlamak gerekiyor. Gıda üretimine dair bilgiler bize, ekosisteme ve sağlığa dair maliyetleri de hesaba katarak, gıdanın gerçek maliyetleri hakkında daha fazla şey öğrenmemiz gerektiğini hatırlatıyor.
Bu maliyetlerin farkında olan kişi, kuruluş ve topluluklar gıda üretimi, dağıtımı ve tüketiminde ekolojik, adil, yerel ve katılımcı sistemler oluşturarak, söz konusu çevresel ve sosyal maliyetleri azaltabilecek örnekler oluşturuyor. Tohumdan hasada, hasattan son kullanıcıya ulaşıncaya kadar canlı ve çevre sağlığına zararlı kimyasalların kullanılmadığı doğa dostu yöntemler, gıda güvenliğinin sağlanmasında ve sağlıklı beslenme yolunda fırsatlar sunarken, küçük çiftçinin geçim standartlarının yükseltilmesini de sağlıyor.
Ne yediğimizi bilmeye hakkımız var!
Eğer gıdayı kendimiz üretmiyorsak, uzun süre dayanabilenler yerine taze olanları, kaynağını ve doğa dostu yöntemlerle üretildiğini bildiklerimizi seçmek, bizi gerçek gıdaya götüren en güvenli yollar.
Hâlâ seçme şansımız var ve seçimlerimiz geleceğimizi belirliyor…